Malumu aliniz olduğu üzere biz köşe yazarları, her zaman toplumsal meselelere reçete yazma sorumluluğundan mütevellit, çok ulvi bir toplumsal sorumluluk yükü altında ezilmekteyiz.

Biz köşe yazarları, öğreten adamlar ve öğreten kadınlar olarak, memleketin fikir ikliminin en müstesna elmas taşları, pırlantaları, zümrütleri ve inci taneleriyiz. Hem kıymetliyiz, hem de kıymetimiz bilinmez. İşimiz çok güç!
Zaman zaman toplumsal meselelere reçete yazmanın ötesinde, daha kutsal bir sorumluluğa gark olur, İnsanlık aleminin sorunlarını da çözeriz.

HALLEDERİZ!
Bir gün ekonomiyi, bir gün eğitimi, bir gün uluslararası ilişkileri, bir gün turizmi, bir gün iç politikayı, bir gün uluslararası politikayı değerli fikirlerimizle hallederiz.

Siyaset felsefesinden, ekonomi kuramlarına, sigortacılık sisteminden kültür tarihine kadar geniş bir alandaki değerli fikirlerimizi okuyucularımızın zihnine aşılar, hayata yön veririz.

Arada bir yerlerde de müptelası olduğumuz siyasi partilerimize karşı sorumluluğumuz gereği, merkezlerde belirlenen propagandalarını çaktırmadan yaparız. İşimiz güç!

Bilmeyenleriniz olabilir lakin semiyolojiden sosyolojiye, hermenötikten antropolojiye, genetikten arkeolojiye, felsefeden epistemolojiye kadar milyonlarca makale, binlerce kitap hatmettikten sonra tam da ordinaryüs profesör atanacakken, hepimiz “unvanlar bizim için ölümlüdür” deyip köşe yazarı olduk!

OKUYUCUYLA COŞARIZ
Gazetelerdeki dikdörtgen alanlar, bizler için üniversitelerdeki kürsülerden ve kadrolardan çok daha önemlidir çünkü. Biz köşe yazarları olarak kürsülere sığmaz taşarız, enginlere akar okuyucuyla coşarız. Dünya genelinde olduğu gibi, çok şükür memleketimizde de durum genellikle budur.

Bu, Havadis Gazetesi’ndeki 13’üncü köşe yazım. Köklü geçmişe şöyle bir dönüp baktım… Dile kolay 12 yazı. Ortalama 700 sözcük. Müthiş kritik meseleler… Hayatı güzelleştirip kolaylaştıracak, daha kaliteli bir yaşama adım atmamızı sağlayacak, sorunları tarihe gömecek ne büyük fikirler, ne öğretici düşünceler, ne çözümleyici analizler yapmışım! Hiç alçakgönüllülük yapmanın yeri değil:

Eserlerim muhteşemdi!

Bu muhteşem başarılara karşın, biz köşe yazarlarının zaman zaman meseleye dışarıdan bakarak kritik yapması da şart.

BİR DÜZİNELİK İTİRAF
İtiraf etmeliyim ki 12 yazı tam bir düzine ediyor. Bu muazzam külliyata sığdıramadığım, değinmediğimden çözülmeyen daha yığınla sorun var. Memleket ve İnsanlık benden hizmet bekliyor, bunu bütün samimiyetimle yürekten hissedebiliyorum.

Henüz küresel ısınma, radikal demokrasi, özne konumlarının dikişli yapısı, hızlı tren teknolojilerindeki eksikler, uluslararası FIR hatları ile ilgili teknolojik altyapıda yapılması gereken yazılım güncellemeleri, bira üretiminde malt kullanım kalitesinin yol açmakta olduğu psiko-sosyal yaralar hakkında tek satır yazmış değilim. Bunlarla yüzleşmek beni kahretti!

Bu elzem meseleleri neden gözden kaçırmış, neden ivedilik vererek çözmemiştim?

TARİH BENİ AFFEDER Mİ?
Köşe yazarı etiği, köşe yazarı tarihi beni affeder mi? Daha da önemlisi, İnsanlık beni affedecek miydi?

Tüm bu sorular beyin kıvrımlarında nano saniyelerle bile ölçülemeyecek süratte yirolarken, ruhum bedenimle, aklım duygularımla çarpışıyor, çarpışmanın şiddeti masadaki yazı malzemelerini zıplatıp duruyordu. Durum çok ciddiydi.

Benden içeri olan BEN, bir akıl ve vicdan muhasebesi yapmamın, kendi kendimle yüzleşmemin, egolarımdan soyunup acımasızca özeleştiri yapmamın şart olduğunu idrak etti. Bu 13’üncü yazıyı bu hususlara değinmek üzere planladım.

FİLTRESİZ SEÇİMLER
Nereden başlamam gerektiğini iyi düşünmeliydim.

Hemen konunun ciddiyet ve asabiyetiyle uyumlu bir müzik için büyük arşiv odama daldım. Dev plak rafları arasında huşu içinde gezindim. Major Lazer’in son plağını itinayla alıp müzik sisteminin olduğu “Mavi Oda”ya doğru ilerledim. “Watch Out For This” enfes bir seçimdi. Ritmin büyüsü ruhumu sardı…

Şimdi mahzene inip çok iyi bir sıvı lezzeti ile bu ulvi müziği taçlandırmalıydım.

Ayakkabılarımı çıkardım, titreşimin o hazineyi huzursuz edip tadını kaçırmasına izin veremezdim.

1978 Montrachet, 1865 Chateau Lafite, Royal DeMaria, 1775 Massandra, 1945 Chateau Mouton-Rothschild, 1787 Chateau Yquem, 1811 Chateau d’Yquem, Romanée Conti 1945, 1787 Chateau Lafite, 1869 Château Lafite, 1907 Heidsieck, 1947 Château Cheval Blanc ve 2013 Unfiltered Beer…

Meselenin derinliği çok pahalı şişelerin arasında daha da derinleşiyor, düşüncelerimi sarsan müzik beni çağırıyordu.
Düşüncelerimi yazıya dökerken süzgeçlerden geçirmemeli, okuyucuya karşı şeffaf, dürüst ve açık olmalıydım. Dolayısıyla konsepte 2013 Unfiltered Beer uygundu. Biramı almak üzere mahzenin kapısını usulca çekip mutfağa ilerledim.
Koşullar hem bağlan bağımlı, hem bağlam bağımsız mükemmeldi. Mumları yaktım.

Benden içeri olan BEN ile akıl ve vicdan muhasebesine oturdum. Kendimle yüzleşmeye, egolarımı usulca çıkarıp acımasızca özeleştiri yapmaya başladım.

SON YAZI OLABİLİR
Gözüm aniden rezidansımdaki büyük kütüphane ek binasındaki çalışma masalarının ceylan derisi kaplı olanın üzerinde duran cumartesi günkü Havadis’e takıldı.

Kapaktaki bir fotoğraf dikkat çekiciydi:
Görev süresinin dolmasına hemen hemen 21 gün kalan geçici Başbakan Sibel Siber Genel Müdür ve Genel Yayın Yönetmeni Başaran Düzgün’ün odasındaki kuzey taraftaki ikili koltuğun doğu ucuna oturmuş, sol yanında kravatsız Hasan Hastürer, karşı kanepenin doğu ucunda Gizem Özgeç, yanında kim olduğunu seçemediğim lakin Hüseyin Ekmekçi olması kuvvetle muhtemel kravatı görünen bir beyefendi daha. Başaran Düzgün ise makamında oturuyor, kravatsız üstelik.

Teamüller makama gelen üst makamla görüşmelerde, üst makama saygıdan makamda oturulmamasını gerektirir.
Kritik soru şu: Peki Başaran Düzgün, neden Başbakan’ın yanına oturmadı?

Epey bir düşündüm, lakin hakikati bulamadım.

Hakikati keşfime engel lezzetli sıvı seçimimdeki talihsizlikten mi, ruhumu kuşatan tınılardan mı kaynaklanıyordu?
Bilemiyorum…