İçimden yeme içme yazıları yazmak geliyor bu aralar. Gurme değilim, çok görgülü bilgili de değilim diye, uzmanlık alanlarından en itibarlısı olan bu sahaya el atmamakta çok direttim. Onurlu direnişimi güllü etekli, kaplan bluzlu sarışın abla kırdı. Yok artık! Bu kadarına kayıtsız kalamayacaktım, yazmalıydım.

Eve yakın diye önünden her geçişte “canım bir akşam gelsek”, “baba bir akşam gelsek” denile denile kısmet bayramın ikinci akşamı oldu, gittik. Vay anam vay…

Çam ağaçlarının arasında, içinden çam ağacı geçen enfes ahşap bir mekân. Tavandan sarkan gotik avizelerin ihtişamı altında ezilme ihtimali çok yüksek. Avizelere bakıp haute coture giyinmek lazım gelir diye ezim ezim ezilme ihtimali çok yüksek. Raşit Bağzıbağlı’yı Instagram’dan takip eden bir haute coture bağımlısı olarak bu ezilmişlik duygusunu derinden hissettim mekâna adım atar atmaz: Avizeler ‘gidip değişin üstünüzü başınızı hemen’ diyordu. Kızlara çaktırmadım durumu, oturduk.

Servis penceresine bakan tarafta oturmam bir tesadüf değildi. Pencereden ara ara siyahi bir şef görünüp kayboluyordu. Son derece şık siyah önlüklüler giyinmiş Uzakdoğulu garsonlar fır dönüyordu.

Elektronik sipariş bilgisayarlarına hükmetmenin gururu her hallerinden belli diğer garsonlar şef garsonun öpücük sesleriyle harekete geçiyor, hızla içecek siparişlerini alıp kayboluyordu.

Masada 12 ayrı dikdörgen tabacıkta mezeler gayet muntazam dizilmişti. 6’sı bir yanda 6’sı salata tabağının diğer yanındaydı. Mercimek köftesinin bu denli kibirli duranını sıradan herhangi bir restoranda görmemiştim. Mercimek köftelerinin marul yaprakları üzerindeki dizilişi, adeta “hizayı bozarsan tokatlarım” der gibiydi.

Yoğurt ve hıyarlı yoğurdun salatanın sağ tarafında yer alışı çok hüzünlüydü.

Samarellanın böylesini 40’ı aşan yaşıma karşın hiç görmemiştim. O kadar ince dilimlenmiş, o kadar muntazam dizilmişti ki samarella, inanılır gibi değildi. Hele samarellanın etsiz, sırf yağdan yapılabileceğine şahit olmak, bambaşka bir duyguydu benim için.

Siparişi aldıktan sonra ışık hızıyla kaybolan garsonların gittiği mesafe Mars’tan da uzak olacak ki içecekler epey bir süre sonra masaya ışınlanabildi. Büyük ihtimal gümrük işlemleri falan uzamıştı, anlayışla karşıladık.

Ara sıcaklar kendiliğinden gelmeye başlayınca, hayatımda hiç duymadığım kadar acıklı sesler de eş zamanlı olarak gelmeye başladı çok pahalı olduğu markasından belli hoparlörlerden. Birbiri ardına boğazımı sıkan şarkıların anahtar kelimeleri ayrılık, acı, maraz, ölüm, isyan ve gözyaşıydı. Beşinci şarkıdan sonra hanımla göz göze geldik, ikimiz de ağlamaklıydık, gözlerimizi çocuklardan kaçırdık, yan masaları seyre daldık; oyalanıyorduk. Allahtan bitişik masada iki küçük oğlan çocuğu vardı, dolanıp duruyorlardı etrafta, yoksa yanlış anlaşılabilirdik, onlarla ilgilendik uzunca bir süre.

Mezelerin tükenmeye yüz tutmasıyla ara sıcak işgali sorgusuz sualsiz devam ediyorken tavuk ızgaralar düştü tabağa. Ardından et şişler düştü. Patır kütür yığılan kebaplar karşısında ne yapacağımı bilemedim. Derin düşüncelere daldığım esnada canlı müzik başladı.

Açılış “Ah İstabulll İstanbulll olalııııı” ve “İstanbul sokaklarıııı” adlı restoran marşları ile yapıldı. Bir org, bir keman ve bir de solist vardı sahnede. Org sanatçısı deneysel çalışmalar yapıyor, keman sanatçısı ise Vivaldi ile Paganini arasında gidip gidip geliyor, arada bir yerde Arabeskin neşeli ritimlerinde nefesleniyordu. Solistin kostümüne dikkat edemeden geçen onca dakikaya ne kadar yansam azdır, pişmanlıklarım arasındadır.

Nefes kontrolü müthiş solist ablamız birbiri ardına hüzünbaz parçaları seslendiriyor, bizi hüzünden hüzne, acıdan ağrıya, dertten tasaya dolaştırıyor, bu ağlamaklı yolculukta pahalı ses sisteminden maksimum düzeyde yararlanmak isteyen işletme sahiplerinin işi olduğundan şüphem olmayan “dibine kadar dayalı ses ayarı” sayesinde iliklerimize kadar adeta geberiyorduk.

Bir ara bu ağlayan abla ve ekibini teşhis etme maksatları bakımından dönüp baktım. O gözyaşı şişesi sarışın ablam güllü bir etek giymiş ki kesimi enfes, üstünde kaplan desenli bir bluz ki duruşu muhteşem…

Tam hayatımın geriye kalan kısmında aynı hataya bile isteye imza atmamak için yürüttüğüm keşif çalışmaları maksatları bakımından başlattığım keşif çalışmalarımla eş zamanlı bir biçimde şu meşum cümleyi duydum:

“Siz iyisiniz, sevdikleriniz yanınızda. Oysa bayram ve yılbaşını hiç sevmem, ailem İstanbul’da.”

Olay buydu!

Ses sanatçımız, ailesi ve sevdiklerinden uzak bir bayram yaşamanın acısını bizden çıkarıyordu. Hepsi bizim yüzümüzdendi. Bayramda yeme içme, eğlenme zaaflarımız yüzünden onu sevdiklerinden ailesinden ayırıyorduk her seferinde. İçi kan ağlayan, aile ve memleket özlemiyle buruk bir bayram geçiren sanatçının duygularını sesine ve sahnesine yansıtmaması mümkün müydü?

İtirafından rahatsız olanları düşünerek hemen Dillirga moduna geçti ablamız. Dillirga malumunuz olduğu üzere bir Yahudi halk türküsüdür orijinal olarak. Dillirga’nın ilk notalarını duyup da pistlere atlanmadığına ilk kez şahit oldum. Kıbrıslıtürklerin olduğu yerde Dillirga’dan gece geçtim denilecek de pistler boş kalacak deseler, büyük paralar yatırıp bahse tutuşurdum o ana kadar. Ablam öyle bir söyledi ki ağlamamak için kendimizi zor tuttuk.

Şişenin sonuna gelir gelmez, uzunca bir süredir dışarıdaki salıncaklarda vakit geçiren kızlara müjdeyi verip eve yollandık.

Hemen Maria Mequez’den Canto Del Pilon’u açıp hüzünleri geride bıraktık…

Bu arada merak edenler için:

Hesap kasvetli atmosfere çok uygun geldi!