1980’lerin ortası: Sünnet parasıyla alınan Cooper bisiklet gümüş rengi. Kızkardeşimin sellası simli yeşilli bisikleti pek bir havalı. Dikmen-Taşkent ve Dikmen-Boğaz arası arazilerde babamla ot toplamaya gidiyoruz.

Her Pazar, mangalın yerini alan ve yerleşik bir aile geleneğine dönüşen sebze çorbası var. En tatlı yeri zeytinyağında kavrulmuş soğan sosu. Evin avlusunda memleketin ilk Mercedes otobüslerinden biri duruyor. Bordo krem, perdeleri bordo, döşemeleri krem üzeri kübik bordo çiçekli. Hafta 7 gün otobüs aynı yerde duruyor. Her gün çalıştırılıp balarisleniyor. Havalı körükler doldukça otobüs yükseliyor, hayranlıkla ama endişeyle izliyorum her seferinde bu töreni. Valfin tısss gürültüsüyle rahatlıyorum her seferinde: Kompresörde arıza yok, körükler patlak değil, tamamdır diyorum…

Mazotu olduğu zamanlar köy meydanına kadar gidip kenara çekiyoruz. Babam ya Şerifabanın kahvesine, ya Gavur Ali’nin kasap dükkanının önüne oturuyor bir sade kahve içmeye, ben otobüste bekliyorum. Zaman zaman şoför koltuğuna oturuyorum, radyoyu gurdisleyip zaman geçiriyorum.

Her sabah, her öğlen, her akşam ahı gitmiş vahı kalmış otobüslerde balık istifi yolculara bakıyorum. Bizim otobüs ya avluda, ya köy meydanında yatıyor. Polis ya mezbahanın önünde, ya fuar alanının kavşağında kapasitesi ihtiyacı karşılamayan veran otobüslere ayakta yolcudan sürekli ceza yazıyor. Yüzlerce Dikmenli, imza verip toplu taşımacılık kapasitesinin yetersizliğinden çektiği çileyi kağıda döküp ek “T” izni verilmesi için dilekçe hazırlıyor. Bizim otobüs ya avluda, ya köy meydanında yatıyor.

Bizim aile muhalif. Bizim aile UBP’li değil. İktidarda UBP var. Bizimkiler UBP’li değil. Evraklar, başvurular, temaslar, konuşmalar, toplantılar hiç bitmiyor. Bizim otobüs aylarca ya avluda, ya köy meydanında yatıyor. Dikmenliler Lefkoşa’ya balık istifi gidip gidip geliyor.

Sonunda muhalifliğin törpülenmesi kaydıyla bir “T” izni veriliyor. Havalara uçuyoruz, ekmek parası mümkün diye… Havalara uçuyoruz ot toplamaya gerek kalmayacak diye… Havalara uçuyoruz mangal geri yanacak diye…

Hüsran ki ne hüsran! “T” izni Dikmen-Girne. Dikmen’den Girne’ye kimse gitmiyor. Dikmenli kimse Girne’de çalışmıyor. Güzergâhın izni var, kendi yok, güzergâhın izni var yolcusu yok, güzergâh var ekmek parası yok!

Köydeki askeri birlik nizamiyesi önünde sabah saatlerinde bekliyoruz. Cumartesi ve Pazar günleri çarşı izni olan askerlerden Girne’ye gitmek isteyenlerini taşımaya başlıyoruz. Otomobil kıtlığı sayesinde olsa gerek, yaz aylarında Pazarları Lapta’daki halk plajına Dikmenlileri taşıyoruz, serinleyip yüzüyor, eğleniyorlar. Aylarca hafta sonu çalışıyoruz. Bizim otobüs haftanın 5 günü ya avluda, ya köy meydanında yatıyor. Haftanın 2 günü “denizci” ve “çarşıcı asker” taşıyıp ekmek parası kazanıyoruz.

Bizim aile muhalif. Bizim aile UBP’li değil. İktidarda UBP var. Bizimkiler UBP’li değil. Bizim otobüs haftanın 5 günü ya avluda, ya köy meydanında yatıyor. Dikmenliler Lefkoşa’ya balık istifi gidip gidip geliyor.

1990’ların sonu
Gül gibi devlet memurluğundan istifa edip memlekete dönüyorum. Gazetecilik bölümüne kaydımı yaptırdığımın beşinci ayından itibaren kesintisiz stajer olarak çalıştığım, ilk sosyal sigorta kaydımın olduğu Kıbrıs Gazetesi’nde, akşam 5 sabah gazete basılıp bitince aralığında, gece editörü olarak çalışmaya başlıyorum. Akşam saatine kadar gündeme giren haberlerin düzeltme ve sıralamaları akşam toplantısında yapılıyor. Dosyaları teslim alıp toplantıda kararlaştırılan düzeltmeleri yapıyor, her sayfaya gireceği kararlaştırılan haberleri sayfa sekreterine teslim ediyorum. Geç saat meydana gelen polisiye olayları izliyor, atlanmamasına gayret ediyorum. Sayfalar yapılırken bir ‘abla’ da hepsine tek tek göz atıyor.

Yeni evliyim. Eşim “garasakal” ve Kıbrıs’a ilk geldiğimiz gün anneme bırakıp, öpüp “görüşürüz canım” deyip işe gidiyorum. Bizim üst kattaki ev yarım inşaat. Sıvalar daha yeni atılıyor. Her sabah 8’de, kadim dostum İrfan ile kurduğumuz hiç müşterili reklam ajansımıza gidiyorum. Akşam saatlerine kadar oturuyoruz.  İkinci GSM operatörünün geldiği günlerin hemen öncesinde mevcudun bayilerine küçük reklamlar yapmaya başlıyoruz.

Derken ikinci operatör geliyor. Akşam toplantılarından birinden inerken Başaran Düzgün, “Mehmet Ali bey seni çağırıyor” diyor. Yukarıya çıkıyorum. Ne kadar iyi bir gazeteci olduğum, gazetenin yıllarca benim gibi bir hevesli gazeteci ile çalışmaktan ne kadar memnun olduğunu dinliyorum Akpınar’dan. Söz dönüp dolaşıp ödenekli 3-5 ay izne çıkmam gerektiğine geliyor. Nedenini soruyorum.

Cevap net: Yeni operatörün ajansı “Ali Bizden o gazetenin kapısından girdiği sürece size tek kuruşluk reklam vermeyeceğim” diye resti çekmiş.

Aşağıya iniyorum. O akşamlık işime devam ediyorum. Ertesi akşam toplantısı devam ederken Akpınar’ın yanına giriyorum. Odasına geçiyoruz. İstifa mektbumu veriyorum. Okurken bıyıklarını çekip göğsü açık beyaz gömleğine elini sokup kaşınıyor: “Kabul etmem, git dinlen, maaşını almaya devam et, sinirleri yatışır, bu varta geçer” diyor. Mektubu geri uzatıyor.

“O ‘ablamın’ emrine boyun eğersem, hayatım boyunca bu lekeyi alnımda taşırım. Benim işim, tanımı, gereği belli. Kafama göre herhangi bir değişiklik yapmam, haksız rekabete neden olabilecek bir ahlaksızlık yapmam durumunda, bu zaten gazete basıldığı anda ortaya çıkar. Böyle bir şey yaptım mı ve yapabileceğime ihtimal veriyor musunuz” diye soruyorum. “Kesinlikle hayır” cevabını alınca “O zaman istifam yazıldı, imzalandı, dönüşü yok” deyip o gösterişli odadan çıkıyorum. Aşağıya inip arkadaşlarla vedalaşıyorum.

Hem 1980’lerin ortası, hem 1990’ların sonu iktidarda hep o kendine beyaz, kendinden olmayana merhametsiz kafa ve kerimeleri! Tesadüf mü, kader mi?