GÖRÜŞ Sayı: 31 Haziran 1997 (ss:42-50)

Ne orası, ne burası: Yeşil Hat. Kuzey de değil, güney de; Türk de değil, Rum da. 1960’lı yıllarda alevlenen çatışmaların iyice belirginleştirdiği yanyanalık çizisidir aslında Yeşil Hat.

Köylerde, kasabalarda ve şehirlerde hep yan yana olagelen, sokakları, mahalleleri ayrı olan Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar, birlikteliğin hep yan yana olan türünü yaşayageldiler.

Bugün bile,1974 öncesinin Kıbrıslırum-Kıbrıslıtürk evlilikleri, hatıralardan silinmeyip derin izler bırakacak kertede, marjinalliğini yitirmiş değil. Ortalık yerde bir aşk varsa, Kıbrıslıtürkler hep erkeği Kıbrıslıtürk olan aşkları hatırlarlar hala, tıpkı Kıbrıslırumlar’ın erkeği Kıbrıslırum olan aşkları hatırlıyor oluşlarındaki gibi. Velhasıl bu Yeşil Hat fenomeni, yanyanalığın, bir başka deyişle hemhal olamamanın, bir doz arttırıldığında ise ayrılığın özeti; her türlü ilişki ve ilişkisizliğe sinmiş, içine işlemiş bir sembol. Bir diğer yanıyla da birlikteliğin, içiçeliğin mümkünlüğüne dair deneyimlerin yaşantılandığı bir mekan.

İhlali, içindeki ölme ve öldürme, askersizleştirilmesi tartışmalarının erkeksi vurgusuyla gündeme gelen Yeşil Hat, en son “pop konseri sahnesi” olarak kullanıldı. Çağdaş bir ritüel, konser; hem de başlangıcından hitamına, Yeşil Hattın sembolize ettiği hallerin tümünü barındıran bir iç döküş töreniyle dikkatleri topladı. Önemsizleştirilip küçümsenmeye, anlamsızlaştırılmaya çalışıldığı kadar, büyük mana ve önemler atfedilerek abartılan bu toplu iç döküş töreni, sadece bu ikili bakışa maruz kalmasıyla ele alınacak olsa bile, Kıbrıs meselesine ilişkin 2 ütopyanın ve 2 açmazın mihenk taşı olarak rahatlıkla kullanılabilir: Birliktelik yanlılarının, Yeşil Hat’ın içinde yaşantılanan Kıbrıslıtürk-Kıbrıslırum kolektiviteleri üzerine kurdukları ütopyaları bir yanda, ayrılıkçıların Yeşil Hat’ta yaşantılanan ayrılığı meşrulaştırıcı anlamlarla yüklenmeye açık, geçmiş deneyimleri temel alan ölme ve öldürmeler üzerine inşa edilen ütopyaları bir yanda. Her ikisi de Yeşil Hat deneyimlerini, kendi öykülerini inşa etmede malzeme olarak kullanıyor.

Bu satırlarda, özgürleştirici/çoğulcu bir kimlik tasavvurunu mümkün kılacak arayışla, Kıbrıs meselesine ilişkin problematiğimin köşe taşlarını özetle yerleştirmeye çalışacağım. Bu çabada, kolektif kimliğe ilişkin temel bir kabulden yola çıkacağım: Kolektif kimliklerin inşa edilen beşeri gerçeklikler olduğu, tamamlan(a)mazlığı ve geçmişin yanlı okumalarından devşirilen malzemeyle kurulduğu kadar, geleceğe dair projelerin, kolektif kimliğin inşa sürecinin temel belirleyici unsurlarından biri olduğu. Böylesi bir çaba gösterirken, Kıbrıs meselesinin halline ilişkin 2 temel bakışı ele alacağım: Bağımsız KKTC (ciddi bir TC’ye entegre olma, ilhak potansiyeli de içeren cinsten bir ‘bağımsızlık’), Kıbrıslırumlarla birliktelik (federasyon/AB üyeliği). Öncelikle Kıbrıs’ın yakın geçmişinin, hatta bugününün bir panaromasını kurgulayıp işe başlamanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Tarihe değini
Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar arasındaki en derin fark, siyasal kimlik talepleri ve bu taleplerin eşzamansızlığı, örtüşmezliğidir. Kıbrıs’taki Türk etnik kimliğinin taleplerinin Rum etnik kimliğininkinin karşıtı olmaktan öteye gidememişliği hatırda tutulduğunda, söz konusu etnik kimliklerin siyasal projelerinin de, bu eşzamansızlık ve temel hareket noktalarının karşıtlığı nedeniyle, birbirinden alabildiğine uzak oluşları, birbirleriyle örtüşmezlikleri anlaşılır.

Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmasını izleyen yıllarda, Kıbrıslırumlar arasında da, Yunanistan’ı anavatan olarak görme eğilimi, özellikle seçkinler arasında yaygınlık kazanmaya başladı. Modern Yunan devletinin doğuşunda ortaya çıkan siyasal/kültürel seferberliğin, devletin ‘ilk’ sınırları dışındaki etnik ve dil bakımından Elen toplumlara düzenlediği siyasal/kültürel seferberliğin kamçılamasıyla, Kıbrıslırum toplumu dil ve geleneklerinin de yardımıyla, modern Yunan devletinin kültürel, siyasal açılımlarından etkilenerek, ‘ulusal bir kimlik’ oluşturmaya başlamıştı . Kızılyürek, ait olma duygusu/ideolojisi olarak biçimlenen Kıbrıs Elen ulusçuluğunun, siyaset/kimlik özdeşleşmesi yarattığının, “anavatan Yunanistan” ile birleşmenin, siyasetten çok kimlik olarak anlaşıldığının altını çizer. Bu siyaset/kimlik özdeşleşmesi, ulusun siyasal projesi olan Enosis’i benimsemeyenlerin dışarılıklı sayılmasını dayatır ve bu dayatma, Kıbrıslıtürkleri dışlayarak, Kıbrıslıtürk ayrılıkçılığına mesnet oluşturdu.

Bu dönemde, Kıbrıslıtürkler Osmanlı millet sistemi içinde müslümanların rolü, statüsü ne idiyse onu işgal etmekteydiler. Kıbrıslırumlar’ın var olan siyasal iktidara alternatif bir talep olgunlaştırmaya başlamalarına karşın, Kıbrıslıtürkler’in böyle yeni bir arayışa ihtiyaç duymalarını gerektirecek koşullarda olduklarını söylemek, doğru olmaz. 1918 yılında, Kıbrıslırumlar’ın ülkenin Yunanistan’a ilhakını talep eden çıkışlarına mukabil toplanan “Meclis-i Milli”de alınan kararda; kendilerini “Kıbrıs Müslümanları”, “ahali-i müslüme” olarak tanımlayan seçkinler, İngiliz sömürge yönetiminden bir “istirhamda” bulunurlar: “Cezirenin eski sahib-i meşruu olan Hilafet-i İslamiye ile Saltanat-ı aliye-i Osmaniye’yi cami bulunan Devlet-i aliyemize terk ve iadesi yegane amal-i milliyemiz olmak suretiyle temenni ve istirham eyleriz”. Bu talebin istirham ve temenni düzeyinden öte ol(a)mamasının bir açıklaması, dayanağı olmalı: Adada söz sahibi olan Kıbrıslı Müslüman seçkinlerin, İngiliz sömürge yönetimiyle doğrudan ve özerk iktidar ilişkilerinin bulunması . İngiliz sömürge idaresi dönemindeki idari düzenleme, Kıbrıslırumlar’ın yönetim aleyhindeki çıkışları, isyanlarının ardından daha da belirginleşen haliyle, ülkedeki iki etnik kimliğin karşı karşıya gelmesinin koşullarını olgunlaştırdı. İdari düzenlemeler, Kıbrıslıtürk seçkinlerinin yönetimle olan özerk iktidar ilişkilerini daha bir pekiştirdi; Kıbrıslıtürkler’in İngiliz yanlısı tutumları bu şartlarda ele alındığında, bu vaziyet alışın, Kıbrıslırumlarla karşı karşıya kalınması süreci iyice hızlandırdığını saptayabiliriz.

1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, hak ve ödevleri adadaki iki ana etnik kimliğe dahil olma temel mantığıyla yazılınca, Türk ve Rum olmanın dışında, Kıbrıslı olmak gibi tüm Kıbrıs’a dair bir kimliğin söz konusu bile edilmesinin hiçbir somut dayanağı kalmıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti ile birlikte iki etnik kimliğin seçkinlerinin siyasal davranışlarını belirleyen temel dürtü, çoğulcu toplumsal yapıyı bozmak ve tikel “ulusçu zafer” peşinde koşmak oldu . Bu tikel koşuşturmaların gelip dayandığı nokta ortadadır. Kıbrıs’ın siyasi haritasına göz atmak bile, ülkedeki 2 etnik kimliğin karşı karşıya kaldığının; ayrışmanın billurlaşması öncesinde ve billurlaşması sonrasında, bu sürece hangi siyasi aktörlerin katkı sağladığı, sonuçtan da kimlerin nemalandığını görmek açısından çok yararlı olacaktır: Arada bir yerlerde İngiliz egemen askeri üsleri, güneydeki Yunanistan askeri varlığı, kuzeydeki Türkiye askeri varlığı. Askeri varlıktan öte, anavatan-yavruvatan söyleminin özellikle Türk milliyetçiliğine yaptığı ‘katkılar’ da, vaziyetten ideolojik nemalanmanın boyutunu teşkil ediyor .

Bağımsız KKTC
1983 yılında ilan edilen KKTC’nin ilelebet payidar kalması, Kıbrıs meselesine önerilen çözümlerden biridir. Statükoyu nihai barış durumu olarak kabul eden bu yaklaşımı savunanlar, KKTC’yi “Kıbrıs Türkleri’nin ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinin tacı” olarak nitelemekte; federal bir çatıyı, statükodan -ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinin zirvesinden- geriye gidiş olarak kabullenmektedirler. Ancak KKTC’nin ilanını izleyen 14 yılda , ortada çok net bir durum var: Bugünkü dünya konjonktüründe, KKTC’nin ilelebet yaşaması mümkündür ancak ekonomik, siyasal ve askeri anlamda bağımsız olması mümkün değildir.

Bağımsız KKTC projesinin temel handikabı, dillendirildikçe, somutlaştırılmaya çalışıldıkça, KKTC’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne daha da bağımlı kılınmasıyla sonuçlanacak adımlar dışında, herhangi bir seçeneğinin olmamasıdır. Bu seçeneksizliğin iktidar ortağı olmakla bile aşılmasının olası olmadığının son somut delili, geçtiğimiz yıl sona eren CTP-DP koalisyon hükümetleri dönemindeki uygulamalardır.

Bağımlılık yapısaldır; iyileştirme çabaları, var olan yapıdaki malzeme ve sınırlılıklara mahkum olduğundan, var olan ilişki yapısını yeniden üretmekten öteye gidemez. Gidişat, Kıbrıslıtürkler’in hep eksik ve ezik kalması, hiçleşmesi yönündedir: Fasit bağımlılık dairesi böylesi bir projeyle kırılamayacağından Kıbrıslıtürkler, kendi özgül varlıklarını inkarla, “sadece Türküz” deyip, kendilerini kendileri dışında bir şeye, Türklüğe, indirgeyerek tanımlamak durumunda kaldıklarından, dış referans karşısından hep geri kalmaktan, “eksik Türk” kalmaktan kurtulamayacaklardır.

Eksiklik ve ezikliğin somutlaştığı nokta, anavatan-yavruvatan söylemidir. Ana-yavru ilişkisinde eksiklik/eziklikten kurtulmak ancak, yavrunun olgunlaşıp kişiliğini ortaya koyarak, kendi gibi yaşamaya başlayarak tercihlerini bu temel üzerinden belirlemesi/yaşamasıyla mümkündür. Anavatan-yavruvatan söyleminin, bağımsız KKTC projesi çerçevesinde böyle bir şansı yoktur. Şanssızlık, bağımlılığın yapısal olmasından da öte, eksiklik ve ezikliğin, özgül varlığını reddederek hiçleşmek (Kıbrıs’ta Türk milliyetçisi olmak tam da böyle birşeydir), bir adım öteye geçildiğinde ise (Kıbrıs Türk ve Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinde olduğu üzere ) kendi içine kapanıp etnosentrik bir halet-i ruhiyeye bürünülerek saldırganlaşmakla sonuçlanmış olmasıdır.

Federasyon-AB
Meselenin halline ilişkin ikinci proje, ülkede federal bir devletin kurulmasıdır. 1974 dönemecinin hemen ardından, ülkenin federal bir çatı altında yeniden birleştirilmesi, resmi Türk tezi olarak uluslararası camiaya kabul ettirilmişti. Ancak aradan geçen yıllar, ülkenin federal bir çatı altında birleştirilmesinin “pek de o denli kolay olmadığını destekleyen” emareleri ortaya çıkardı; Kıbrıs’ın hakim ayrılıkçı söylemi bu emareleri, bolca kullanıyor:

Geçtiğimiz (1996) yaz, Yeşil Hat’ta kanlı günler yaşandı. Göndere tırmanan, salyangoz toplayan, kulübede nöbet tutan insanlar, Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar öldürüldü. Taşlar atıldı, molotof kokteyller ikram edildi. Kiliselerde ölülerin ardından ayinler düzenlendi, camilerde cenaze namazları kılındı. Gazeteler kanlı maşetler attı, ekranlardan oturma odalarımıza günlerce kan sızdı. Bu kan kokusu içinde, “bunlarla mı barış” diye soruldu defalarca. Yanıtı da soranlar verdi: Hayır, bunlar eli kanlı katiller! Her iki kesimin, hem güneyin hem de kuzeyin hakim söylemi, sınır olaylarını ve cinayetleri, kendi söylemlerinin haklılığını, kaçınılmazlığını, alternatifsizliğini destekleyen kanıtlar olarak kutsadı. Halbuki tam tersi de söylenebilir, daha insani gaileleri olanlar sorabilirdi: Kutsanan statüko değil mi, bu kanların akmasının nedeni? Kutsanan statüko değil mi, Yeşil Hat’ta kan akmasının koşullarını yaratan? O halde, kurtulunması gereken statüko değil mi?

Doğrudan ilişki olmaksızın, sabık -ve de bir ihtimal müstakbel- ortağıyla, ebeveynlerinin anıları ve medya dolayımıyla tanış olan Kıbrıslıtürk/Kıbrıslırum nesiller, birbirlerini hızla korkunçlaştırma meyilli bir gidişat içindeler . Gidişatın katalizörü ise, medya. Medya dolayımıyla tanış olan nesiller, medya-siyaset ilişkisinden kaynaklanan yapısal yanlılık sorunsalının ayırdında olmadığı sürece, ötekini korkunçlaştırma kolay kolay eleştirilemez, gidişat tersine çevrilemez. Medyanın ayna işlevi gördüğü mitinden hareketle, karşı tarafın medyadan aksettirildiğinin aynı olduğu kabulüne dayanan bu ötekini korkunçlaştırma yönündeki gidişat, tarafların bir araya gelmesi önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.

Ertelemecilik/acz
Siyasal kimlik talebini, özellikle 1960 sonrası dönemde, ortaya koyan Kıbrıslırumlarla, böylesi çıkışları daha yeni yeni yapmaya kalkışan Kıbrıslıtürkler’in eş ve eşit koşullarda biraraya gelmesinin, mevcut kimlik talepleri açısından, mümkün olamayacağı ortadadır. Bir araya gelmek için eş ve eşit olmanın beklenmesini öneriyor değilim. Ancak bunu önermemem, eş ve eşit koşulların bir araya gelindikten sonra, kendiliğinden oluşacağını öneriyor olduğuma delalet etmez: Eş ve eşit koşullar için temel olan, “hemen/şimdi bir şey yapmak” gerekliliğidir.

İki etnik kimlik arasındaki en derin fark olduğunu öne sürdüğüm “siyasal kimlik taleplerinin örtüşmezliği ve bu taleplerin eşzamansızlığı”, Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar’ın kimlik talepleri açısından, hemen, bugünkü halleriyle -veya bir şey yapmaksızın- eş ve eşit koşullarda biraraya gelmesinin imkansızlığının temel dayanağıdır. Kıbrıslırumlar’ın, en azından bahse konu gelenekleri sayesinde, Kıbrıslıtürkler’den daha Kıbrıslı olduklarını iddia etmenin büyük bir handikap yaratmayacağı kanaatini taşıyorum.

Kıbrıs’taki Türk kimliği, 1974 sonrasında Türkiye’ye bağımlılığın iyice belirginleşmesine, anavatan kurgusunun hiç de tasavvur edildiği gibi olmadığının anlaşılmasına değin, Kıbrıslılığa coğrafi bir yerleşiklik hali, posta adresliğinden öte bir anlam yüklemekten kaçınmıştır, hakim söylem bundan halen şiddetle kaçınmaktadır. Ancak bir yandan bağımlılığın iyice görünür olması, alenileşmesi, öte yandan da 1974 sonrasında anavatanın aslında yeni bir öteki olacak denli dışarılıklı olduğunun görülmesi/böyle kabul edilmesiyle yeni bir söylem kurulmaya , kendini kabul ettirip meşruiyet kazanarak hakimiyetini tesis etmeye çalışmaktadır. Ancak bu söylemin de yerine geçmek istediği söylemle ortak bir açmazı vardır.

Kıbrıslıtürkler’in ve Kıbrıslırumlar’ın temel açmazlarının ertelemecilik olduğunu iddia ediyorum. Kıbrıslı harekete geçmek için hep -den sonrasını bekler . KKTC’nin ilelebet payidar kalmasını savunan yaklaşım, işlerin yolunda gitmediğini teslim eder; herşeyin yoluna girmesi için KKTC’nin tanınması gerektiğini dillendirir. Federasyon isteyenler de, gidişatın ancak müstakbel Federal Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra düzeleceğini savunurlar. Bu iki yaklaşımın ortak paydası sadece bu ertelemecilikleri değildir: Biri KKTC’nin tanıtılmasını, Türkiye’nin yerine getirmesi zorunlu bir görevi olarak görür ve kısık sesle, “Türkiye yeterince çaba harcamıyor” diye yakınır. Diğeri, müstakbel federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasının ancak BM, AB, ABD, vd.’leri tarafından kullanılacak inisiyatifle mümkün olduğunu söyler, bunu içselleştirir. Bir yandan ertelemecilik, ikinci ortak payda ise acz.

Çıkış?..
Buraya kadar yaptığım tespit ve iddialar ortadayken, “çıkış yok mu” sorusunun yanıtının peşine düşmeyi göze almanın pek de kolay olmadığını itiraf etmeliyim. Ancak buraya kadarki tespitlerin, çıkışı bulmamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Tespitler, yazının en başında, mihenk taşı olarak kullanılabileceğine değindiğim Yeşil Hat fenomeninden hareket edilerek değerlendirilirse, bir yerlere varmanın mümkün olacağı kanaatindeyim. Bu kanaatimin kuramsal çerçevesini, postmodern radikal demokrasi tartışması oluşturuyor:

Siyasetin varlık nedenini, “çeşitlilik, çoğulluk ve çatışmada” gören radikal ve çoğulcu demokrasi, demokratik devrimi derinleştirmek, çeşitli demokratik mücadeleleri birbirine bağlamak -aralarında demokratik eşdeğerlilikler yaratabilmek- için, farklı grupların kimliklerini dönüştürecek yeni bir ortakduyuya (common sense) gereksinim duyar . Bu ortakduyu sayesinde her grubun talebinin öbürlerininkiyle demokratik eşdeğerlilik ilkesi uyarınca eklemlenebileceğini belirten Mouffe, meselenin söz konusu güçlerin kimliklerini dönüştürme meselesi olduğunun altını çizer; temel kabulü ise “merkezsizleşmiş ve detotalleştirilmiş fail olarak özne teorisi/farklı özne-konumlarının eklemlenme tarzlarındaki daimi açıklık ve muğlaklık derecesi”dir. Bu açıklık ve muğlaklık derecesi, yeni kimlik tasavvurlarına açık kapı bırakır. Radikal demokrasi anlayışında kimlikler düzleminde süren mücadelede, kimlikler arası eşdeğerlilik ilkesinin belli açmazlarla karşı karşıya olduğunu belirten Mouffe, kimlikler arası yer değiştirmelere (kimlikler arası gezintiye) dayandığı belirtilen kamusal alandaki bu devinimin, kimliklerin birbirine üstünlük sağlaması ile değil, yurttaşlık ortak payandasında belli kabullenişler çerçevesinde bir eşdeğerlilik anlayışıyla yürütüldüğünü ortaya koymaktadır:

“Demokratik güçler hegemonyasının olanaklı hale getirilmesi amacıyla, ortak politik kimliklerin radikal demokratik yurttaşlık ekseninde tanımlanması gerekir. Bu ortak demokratik yurttaşlık kimliği, radikal demokrasinin liberal demokrasi rejiminin prensiplerinde yer alan kolektif kimlikler anlayışının radikal demokratik yorumudur: Özgürlük ve eşitlik. Böyle bir yorumda ön koşul, özgürlük ve eşitlik prensiplerinin farklı sosyal ilişkiler ve cinsiyet, sınıf, ırk, etnik grup, cinsel tercih vb. konumlanılan kimliklerde (subject positions) gerçekleşmesidir .”

Mouffe’un kavramsal açılımlarıyla büyük ölçüde örtüşen bir çerçevede, “yeni zamanlarda kimlik/demokrasi problematiği”ni tartışan Kural , günümüzde yeni kolektif kimlik taleplerinin hoşnutsuzların, muhalefettekilerin kimlikleri olduğunu belirtir. Kural, mevcut olanın kendi-sonrasına zorlanmasının gerekliliğine değinerek, “ortak çıkarları belirleyecek müzakerelerin; tarafların her birinin kendi tabularını tartışmaya hazır eşitler olarak ve bir yurttaşlık üst-kimliğini belirlemek gönüllülüğü taşıyarak biraraya gelenler olmaları halinde” uzlaşmalarla sonuçlanması mümkün göründüğü belirterek; çokkültürlülüğe uygun bir çoğulculuğun yeni kolektif kimlikler üzerine değil, onların üstünde bir politik proje gerçekleştirilebildiğinde sağlanabileceğinin altını çizer.
Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar için, etniklikten sıyrılıp yeni bir siyasal proje çerçevesinde yeni bir kimlik tasavvuru oluşturmak mümkün müdür? Ertelemecilik ve aczden kurtulmayı dert edinen, anavatanlarla devam eden yapısal bağımlık ilişkisini aşmayı amaçlayan, aynı zamanda da ülkede inisiyatifi ele alıp dış aktörlerin belirleyicilik katsayısını en aza çekerek özgürleşmeyi temel hedef olarak tanımlayan bir çıkış olabilir mi? Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar’ın ülkelerine ilişkin, kendilerine, geleceklerine, hiç yoktan bugünlerine dair siyasalarında/politikalarında, birbirlerini “karşı taraf/öteki” olarak değil, birbirlerini tamamlayan kolektivite içinde eş ve eşit görüp yaşantılayabilecekleri bir siyasal kimlik talebinin temelini oluşturma potansiyelini içeren sıkıntılar, tıkanıklıklar oldukça somuttur, ortadadır. Peki, böyle bir kimlik talebinin siyasal projesi ne olabilir?

Öncelikle teslim edelim ki, Kuzey Kıbrıs-Güney Kıbrıs ayırımına dayanan her söylem, Kıbrıs meselesine ilişkin önerisini etnik kimliklerin ayrışmışlığı üzerine kurmak zorundadır; etniklikten başka dayanağı olamaz. Kimlik tanımlarının etniklik kıskacından kurtulamaması, siyasal kimlik taleplerini de etnikliğin kıskacına mahkum bırakmaktadır. Etniklik temelindeki siyasaların kronik açmazı ise, ilk adımda ‘bağımsızlık’, ikinci adımda yapısal bağımlılık, etnosentrizm ve hiçleşmektir.

En başta, var olan etniklik kıskacındaki kimlikler ve bunların siyasal projeleri olan ayrılıkçıklık bir yana bırakılmalı. Bir adım ilerlendiğinde, öyle bir siyasal proje ortaya konulmalıdır ki, Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar, kimliklerinin Kıbrıslılık payandasına, Türklük ve Rumluk yarılarından daha fazla vurgu yapabilsin; bunun -1960 Anayasal düzenindekinin aksine- somut dayanağı olabilsin: Mevcut olanın (Kıbrıs Türkü/Rum/Kıbrısıtürk/Kıbrıslırum) kendi-sonrasına zorlanması, tam da bu noktada somutlaşır. Böylesi bir projeyle, mevcut kimlikler birbirlerine üstün ve birbirlerini hoşgören çoğunluk olmayı aşmalı, çoğulcu ve özgürleştirici bir açılıma, radikal demokratik yurttaşlığa yönelmelidir. Havada kalan bu önerileri, somutlaştırmaya çalışalım: Kıbrıs’ı kuzeysiz ve güneysiz, bir bütün olarak ele almak, metindeki tesbit ve önerilerin özgürleşmeci bir çıkış arayışı için dayattığı temel bir zorunluluktur. Yeşil Hat, bu anlamda tüm Kıbrıs’ı kapsayacak bir deneyim mekanı olarak kabul edilebilir:

19 Mayıs’taki konserde, ne kuzey ne de güney olan Yeşil Hat’ta Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar kavgasız gürültüsüz bir araya gelebildi. Aynı tarihte güneyde çatışmayla sonuçlanan bir “Rum konser” düzenlendi. Yine aynı gün kuzeyde, konsere karşı saldırgan bir “Türk eylem” yapıldı. Kuzey-güney ayırımı üzerine kurulan siyasal projelerin akıbetinin, kuzey ve güneydeki 19 Mayıs deneyimlerinden farklı sonuçlanma ihtimalinin çok düşük olduğu söylenebilir: Kuzey-güney ayırımı, “öteki”ni korkunçlaştırıyor, kendini içe kapatıyor, saldırganlaştırıyor. Oysa ki kimliklerin ortak payandası Kıbrıslılığa vurgu yapmaya müsait mekanlarda ne içe kapanma, ne de saldırganlaşma oluyor; böyle bir tasavvurda kimse kimsenin karşıtı değil; eş ve eşiti.
Avrupa Birliği’nin, devletin yerini alacak yeni bir bağlılık odağı haline gelmemiş olması, bir Avrupalı kimliğinin yaratılmasının ulusal ya da bölgesel kimlikleri silmeyeceği; daha çok ortak merkezli kimlik çevreleri yaratacağı, her birinden değişik zamanlarda yararlanacağından hareketle, Kıbrıslılık ile Avrupalılık üst kimliğinin Kıbrıs meselesinin halline özgürleşmeci bir açılım sağlayabilirliğine dair ne söyleyebiliriz?

Kıbrıslılığı, sadece Kıbrıs ile sınırlı bir siyasal projeyle hakim kimlik kılmak pek zor. Kıbrıslılığı içinde eş ve eşit olarak barındırabilecek düzeydeki tek proje, Avrupa Birliği seçeneği gibi görünüyor. Bu bağlamda AB üyesi bir Kıbrıs’ta Kıbrıslı olmak, bölünmüş bir Kıbrıs’ta, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum olmayı aşıp Kıbrıslı olmaktan çok daha mümkün, federal bir Kıbrıs’tan ise daha mümkündür.

Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar için, özgürleştirici/çoğulcu radikal demokratik bir üst kimlik olarak Avrupalılık ciddi bir siyasal proje seçeneğidir. Ancak Avrupalılık üst kimliğinin, Avrupalılığı kuzey Kıbrıs’ta hakim söylem kılmaya çalışanlar tarafından bir lütuf, nimet olarak görülüyor olması, ülkedeki hakim zihniyetin acz içindeliğinin, ertelemeciliğinin hakimiyetini, yeni siyasal proje tercihinde de sürüyor olduğuna delalet ediyor. Bir diğer temel açmaz olan ertelemeciliğin aşılması, inisiyatifin ele alınması, ilk açmazın da aşılabilir olduğuna önemli bir iş’ar olarak değerlendirilebilir. Kıbrıs meselesinin halline ilişkin kronik tıkanıklık, mesele, egemenlik ve etnosentrizm parametreleri bir yana bırakılıp özgürleşme, yeni bir evrensel-tikel eklemlenmesi temelinde kuzeysiz-güneysiz tek Kıbrıs hedefiyle yeniden tanımlandığında, ertelemecilik ve acz vaziyeti aşılarak bir açılım kazanabilir.


Dipnotlar
* Çalışmanın tamamlanmasındaki eleştiri ve katkıları için Sevda Alankuş-Kural’a teşekkür ederim.
1. Kıbrıs Türkü/Kıbrıslı Türk yerine “Kıbrıslıtürk”, Kıbrıs Rumu/Kıbrıslı Rum yerine “Kıbrıslırum” yazımını, toplulukların özgül varlığına vurgu yapma gailesiyle kullanan Mehmet Yaşın’dan yine ödünç aldım. “Siyasal kimlik talebi” kavramını, kültürel-etnik kimliğin, “siyasal düzeyde taleplere mesnet oluşturacak anlamlar yüklenerek kullanılması” sınırlılığında ele alıyorum.
2. Tahsin, A.H. (1988) Aynı Yolu Yürüyenler Farklı Yerlere Varamazlar. Söz: Lefkoşa.
3. Kızılyürek, N. (1993) Ulus Ötesi Kıbrıs. Kassulitis: Lefkoşa.
4. Yaşın, M. (1994) Kıbrıslıtürk Şiir Antolojisi. YKY: İstanbul.
5. Kızılyürek, N. (1993).
6. Kıbrıs’ı Türk milliyetçiliği açısından irdeleyen bir çalışma için, bkz: Bora, T. (1995) Türk milliyetçiliği ve Kıbrıs. Birikim. s.77. ss:18-26.
7. Gelinen aşamayı, globalleşme bağlamında değerlendiren, çıkış arayan bir çalışma için bkz: Oran, B. (1995) “Globalleşme Bağlamında Kıbrıs Sorunu”. Söylem. s.1. ss:16-20.
8. Bağımsızlık derken, karşılıklı ilişkilerde mutlak eş ve eşitliği değil, en azından dengeli bir ilişkiyi kastediyorum. “Eksikliği”, kimliklere özcü bir bakışı onaylama anlamında değil; özgül varlığını yok sayıp, aynılaşmayı amaçlayan tercihin, aynılaşmak istediğinin aynısı olamayış halinden kaynaklanan vaziyetine gönderme yapan metaforik anlamda kullanıyorum. Kıbrıs Türk/Kıbrıslıtürk milliyetçiliklerinin dinamikleri ve konumlarıyla ilgili bir çalışma için bkz: Bizden, A. (1997) Kıbrıs(lı/Türk) milliyetçiliği”, Birikim. s.97. ss:79-91.
9. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan, özellikle Türkiyeli işçilere yönelik fiziksel şiddeti de içeren saldırganlık, yıllardır Türkiyelilere aşağılayıcı yerel sözcüklerle (garasakal, gaco, fica, durulik, vs…) hitap edilmesi sürecinin son durağı bugün. Özellikle Kıbrıslıtürk genç nesiller, Türkiye’ye olan kızgınlıklarının acısını, Lefkoşa’nın ara sokaklarında barınan, ekmek parası peşindeki vasıfsız, sosyal güvenceden yoksun Türkiyeli işçilere fiziksel şiddet uygulayarak gidermeye çalışıyor.
10. Bu korkunçlaştırma meyilli gidişatın önünün alınması yönündeki en ciddi girişim, 1991 yılında ABD eğitim kurumu Fulbright tarafından başlatılan ve bugüne değin bin 600’ü aşkın Kıbrıslıtürk ile Kıbrıslırum’un katıldığı uyuşmazlıkların çözümü (conflict resolution) çalışmalarıdır.
11. Siyasal kimlik talebinin, hali hazırda bağımlı bulunulan özneye karşı yapılması halinde anlamlı olabileceği, özgürleşme potansiyelini ancak bu durumda barındırabileceği temel kabulünden hareket ettiğimizde; Kıbrıslıtürkler’in siyasal kimlik taleplerini ancak, yapısal türünden bir bağımlılık ilişkisi içinde oldukları Türkiye’ye yöneltmelerinin anlamlı olabileceğini söylemeliyiz. “Yeni yeni” sıfatını, bu temel kabul nedeniyle kullandım. İki örnek durumu anımsatmak istiyorum: DP-CTP koalisyon hükümetleri döneminde, CTP’nin birçok konuda iyileştirme adımlarını at(a)mamasının temel gerekçesi olarak “Türkiye izin vermiyor” argümanınını öne sürmesini; bundan daha önce de, 14 Kasım 1994 tarihini taşıyan Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın, “kendi para birimimizi basıp kullanmamızı Anavatan engelliyor” açıklamasını. Gerçi Kıbrıslıtürkler’in “Anavatan Türkiye”ye başkaldırıları, daha da gerilere gitmektedir: 1974 öncesinde, Kıbrıs’taki TC Büyükelçiliği, “neden çıkarma yapmıyor, müdahalede bulunmuyorsunuz” diye, Kıbrıslıtürklerce taşlanmıştı. Ancak bu çerçevedeki eylemlerin, bağımlı bulunulana karşı özgürleşme yönünde özgürleştirici siyasal kimlik talebi olduğunu söyleyemeyiz. Aynı şey, ülkede İngiliz sömürge yönetiminin devam ettiği 27-28 Ocak 1958’deki çatışamalar için de geçerlidir: Olaylar, Bozkurt Gazetesi’ne Reuters’den gelen bir haberin yanlış tercüme edilerek, “Kıbrıs Türkiye’ye devrediliyor” diye kulaktan kulağa yayılması sonucu yapılan kutlamalara idarenin müdahalesi ile başladığı biliniyor.
12. Alankuş-Kural, S. (1995) “Kıbrıs sorunu ve Kıbrıslı Türk kimliği”. Birikim. s.77. ss:27-38.
13. “-den sonrasını beklemek”i; inisiyatifi ele almamak, atılması gereken bir adım olduğunu bilip, “ama hele bir bizim dışımızdakiler bir adım atsın da…” diyerek, “-den sonra” söylemini, yerinde sayma bahanesini meşrulaştırmak amacıyla kullanılıyor olmasına vurgu yapmak için kullanıyorum. “-den sonrasını beklemek” tercihinin somutlandığı temel noktalardan biri de, uluslararası camianın Kıbrıs özel temsilcisi sayısının 11’e yükselmesi ve neredeyse tümünün, Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar tarafından “memnuniyetle” karşılanmış olmasıdır.
14. Radikal demokrasiye ilişkin tartışmaları özetleyen bir içalışma için bkz: Keyman, F. (1993) “Postmodernizm ve radikal demokrasi”, Toplum ve Bilim. s.62. ss: 126-153. Birikim: İstanbul. Mouffe, C. (1993) “Radikal demokrasi: Modern mi, postmodern mi?”. Modernite versus Postmodernite, Mehmet Küçük (der.). ss: 182-196. Vadi: Ankara Mouffe,
15. C. (1992) “Democratic Citizenship and the Political Community”. Dimensions of Radical Democracy. Mouffe, C. (ed.). ss: 236-237. Verso: London.
16. Alankuş-Kural, S. (1995) “Yeni hayali kimlikler ve yurttaşlar demokrasisi”. Birikim. s.71-72. ss:86-101.
17. Guibernau, M (1997) 20. Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler. Domaniç, N. (çev.). Sarmal: İstanbul.
18. Kıbrıs’ın AB üyeliğine olumlu yaklaşan Kıbrıslıtürkler’in büyük çoğunluğunun AB’ı yeni bir anavatan olarak görüyor olmasını endişe verici buluyorum. Böylesi bir bakış, mevcut koşullarda ne kadar da “muhalif” görünse de, hakim söylemin Türkiye’yi anavatan, Kıbrıs’ı yavruvatan olarak kabulünde özetlenen anlayışı, bir başka boyutta -AB boyutunda- kuruyor oluşu nedeniyle hakim söylemle aynı açmazların (yapısal bağımlılık/ertelemecilik/en önemlisi de acz) parametrelerine sıkıştığı kanaatindeyim..