Kendileri ya emeklidir ya emekliliğin eşiğindedir: Kadir Cangızbay. Sosyoloji profesörü oluşu, Kadir’liği ve Cangızbay’lığının ışıltısından gölgede kalmakta diye, şey etmedim unvanını.

Seneler evvel Ankara’da, kendileri bir kısım öğrencisi arasında olan bana da “İletişim ve Sosyoloji” adlı bir ders verme kadirşinaslığında bulunmuşlardı. Haftalarca sosyoloji anlatmış, son hafta da “iletişim kısmını siz anlatın bakalım” deyip tamamlamışlardı dersi. Dikkatli okuyucular olarak, eminim ki “ve” konusunun pas geçildiğini söylememe gerek kalmadı sizlere.

“Geri kalmışlık”“gelişmekte olan” ikilemine kafası çok bozuktu. Her durumda olduğu gibi, bu kafa bozukluğu da sosyolojik çözümlemeler yapma konusundaki kavramsal motivasyonunu tetiklediğinden “kendi kendini az gelişleştirme” çıkışını yapmıştı. Bir diğer ifadeyle “kendi kendini geri bırakma” da denilebilir. Emperyalizm, dış güçler falan iyi de siz ne yapıyorsunuz veya siz ne yapmıyorsunuz, asıl olan buydu Cangızbay için.

Cangızbay natürel bir sosyalist olarak emeği dışlayıp, bilinçli insan emeğini görünmez kılan her büyülü söze hakkını vere vere cevap veren hızlı bir beyne sahip. Geri kalmışlık, sanki kendi kendine oluveren; gelişmekte olan ise yine sanki kendi kendine olan bir süreçmiş gibi tarif ediyor hayatı: İnsan yok, bilinçli insan çabası yok. Görünmez el düzenleyecek safsatası gibi aynen. Geride kalmış olmanın, aslında kendi kendini geri bırakmış olmaktan kaynaklandığını anlatan bakış açısı, seneler evvelden kalıvermiş aklımda; sevmişim demek ki.

Çok gizli birkaç toplantıda, çok üst düzey görüşmelerde bulunurken epey bir not almışım zaman içinde. Bir de baktım ki Kadir hocamın yaklaşımı, Kıbrıs’ın özgün durumuna da cuk oturmakta. Kıymetli okuyucularımla değerli notlarımı paylaşmadan duramadım. Okuyucu sevgisi böyle bir şey biz köşe yazarları için işte… İzninizle kısa kısa replikler eşliğinde şey etmek arzusundayım. Şöyle ki:

Klima repliği
Memur sendikası, kamuda verimlilik ve üretkenlik için yürütülen tartışmalarla ilgili üyelerinin görüşünü almak için kitle toplantısı düzenler. Dünya Bankası ve Avrupa Birliği raporlarındaki yaklaşımlar özetlenir. Mevsim tam şimdiki gibidir. Hava hafif hafif soğumaya başlamıştır. Katılımcılara görüşleri sorulur. Uzun bir sessizliğin ardından salonun ortalarından el havaya kalkar. Gerilim sona erer. Bir kişi konuşmaya başladı mı, gerisi gelecek beklentisi tavan yapar, derin bir ‘oh’ çekilir. Hemen mikrofon ulaştırılır. Sözü alan üye, düzenlenen etkinliğin ne kadar yararlı olduğunu anlatır. Bilgilendiğini, aydınlandığını, çok yararlandığını izah eder. Arkadaşlarının daha fazla çalmamak için konuşmasını uzatmayacağını söyler. Ancak çok önemli bir hususa değinmeden geçemeyeceğini belirtir: “Bizim dairedeki klimalar servis ister başkanım!”

Sular bahçeye girer
Kent bilinci ve kent kültürünün demokratik, çağdaş değerler açısından taşıdığı önem konuşuluyor. Konuşmacılar mühim. Makaleler, kitaplar falan yazmışlar, dersler vermişler. Kentine sahip çıkmanın, kendine sahip çıkmak olduğunu anlatıyorlar. Demokratik bir kültürün, kentten ve kent bilincinden beslenerek kökleşeceğini izah ediyorlar. Kent kelimesinin kökenini bir arkeolog gibi incik cıncık kazıyorlar. Seçkin insanların mahallesi olarak nam salan bölge sakinlerinden seçkin bir gurup en ön sıralarda oturuyorlar. Protokol gibi bir ağırlıkları var statülerinden mülhem. Arka sıralar zaten boş ve salon çok hoş. Yaklaşık 3 saatlik konuşmaların ardından slaytlar eşliğinde bir “iyi bir kentte yaşamak için oturduğunuz yerden siz ne yapabilirsiniz” sunuşu ile zirveye ulaşılır. Durum çok net, yapılabilecekler çok basittir. Oturum başkanının, katılımın az olmasından kaynaklanan endişesin, sıranın sol başında oturan iyi giyimli, karizmatik beyefendinin yerinde duramadığını fark etmesiyle anında geçti. Rahat bir nefes aldı. Şimdi konu açıldıkça açılacak, dinleyicilerin paylaşacağı yerel deneyimler ve değerlendirmelerle ortam güzelleşecekti. İyi giyimli, karizmatik beyefendi ilk sözü aldı: “Her yağmurda, kaldırımdaki çatlaktan bütün sular benim bahçeye dolar.”

Hademe repliği
Bir kurumun yeniden yapılandırılması, uluslararası ilişkiler kurması, uluslararası örgütlerle işbirliğini geliştirmesi için hararetli bir süreç başlar. Konjonktür buna müsaittir. Ambargo, izolasyon ve tanınmamışlık meselelerini kutsal gerçek olarak kabullenmekten vazgeçilip gımıldanılması durumunda sonuç alma ihtimali çok yüksektir. Özel bir merkez kurulmuş, hem dil hem dünya bilgisi olan, uluslararası bağlantılara sahip çok nitelikli bir kadro harıl harıl çalışmaktadır. Kritik bir eşiğe gelinmiştir. Devletin konuyla ilgili birimi çalışmalarla alakalı olarak en üst düzeyde bilgilendirilmektedir. Toplantı için yapılan hazırlık şöyle böyle değildir. Kurumla doğrudan ilgili en üst düzey bakanlıktan tepe yöneticiler salondadır. Yaklaşık 2 saat süren toplantının sonunda herkesin gözlerinin içi gülmektedir; bir kişi hariç. Bakanlıktan dinleyici olarak gelen top protokol bir beyefendi pek bir huzursuzdur. Yeniden yapılandırılıp dünyayla kalıcı, resmi bağlantılar kurmak için hummalı çalışmalar yürüten kurumun en üst yöneticisi, bakanlık temsilcisine döner ve “Sıkıntılı gördüm. Endişelendiğiniz nokta nedir” diye sorma kibarlığını gösterir. Cevap: “Geçen hafta işe başlayan o iki hademeyi size partiden kim gönderdi?”

Klimalar temizlik ister, yağmurda bahçeye sular şarıl şarıl akarken gönderilen iki hademenin, partinin hangi tarafından olduğu, Kıbrıs’ın bu tarafında yönetemeyen aklın en hararetli meselesidir. Yazıyı yazarken Youtube’dan “Summak Dayı Senfonisi”ni dinliyor olmam, tesadüftür tesadüf…