Gündelik rutin ve koşuşturmalar içinde hayatla ilişki ve iletişim kurarken, arada mesafe bırakmak mümkün müdür? Benliğimiz dışında bir hayat varsa, bu mümkün ve ihtimal dahilinde olabilir.
Siyasal ve sosyal meselelerle ilgili -pek parlak popüler ifadesiyle- “durduğumuz yeri” veya “duruşumuzu” neye göre tarif ederiz?
Siyasal ve sosyal gerçekliklerin dışında durabilmek, durulan yeri kitabî kavramlarla tanıtlayıp meşrulaştırmak, objektif ve tarafsız konumlarda olunduğundan söz etmek, kendini sorgulanmaz kılıp gerçekliğin belli bir türünü hakikatin kendisi olarak dayatan, oldukça otokrat bir duruşa tekabül eder.
Meram anlatma gayretinde üslup olarak ironiyi taammüden seçtiğim bir dönemin meseleleri ile ilgili bir kendi kendini derleme toparlama gayretinin ürünü olarak Partizan, içinde aynı adı taşıyan herhangi bir bölüm olmaması hasebiyle izaha muhtaç bir ad tercihi.
Partizan, Kıbrıslıtürklerin ekseriyetinin siyasal ve sosyal meselelerle ilişkilerini yerleşik bazı değerler ve alışkanlıklar dolayımıyla kurduğunu, bunların da ağırlıklı olarak partisel aidiyetlere, partisel kalıplara tekabül ettiğini izah etsin diye seçilen bir ad.
Sivil toplum alanının adeta niş bir pazara dönüşmesine neden olan zümresel çıkar odaklı yapısı, kamu otoritesinin genel davranış biçimini domine eden devlet aklının tezahürleri sıradan yurttaşa partizanlaşmayı dayatan temel ikili mekanizmanın dişlilerini oluşturuyor. Çark, birbiriyle olağanüstü bir uyumla çalışan iki dişlinin parçası olamayan sıradan yurttaşı arasına alıp öğütürek kendine benzetiyor. Kurumsal ve formal dayanışma ilişkilerinden yoksunluk yurttaşın kurulu rejimle entegrasyonunu bir zorunluluk ilişkisine dönüştürüp her düzeydeki statükoyu doğallaştıran yaşantılar üretiyor.
Kamuoyu araştırmalarında parti aidiyetlerinin hızla gerilediği ölçülmesine, siyasetin kendi kendini yaygın ve aleni bir şekilde işe yaramaz, güvenilmez olarak tarif etmeye başlamasına karşın kamuoyunun bir çok meseledeki saman alevi öfke patlamalarının söylenmenin ötesine geçip toplumsal değişimle taçlanıp makul ve anlamlı bir pratiğe dönüşebildiği henüz bir vakıa değil. Toplumsal öfkenin değişime neden olamaması, hep aynı noktada tıkanıyor: Risk alma korkusu.
Risk alma korkusunun bir diğer ifadesi “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım” fikriyatının düşünce dünyasının en diplerinde katılaşan çökelmiş tortular halinde bütün azametiyle kaskatı duruşudur. 
Siyasette yeni yüzlerin, yeni isimlerin siyasal ve toplumsal değişimin kıvılcımlarının müsebbibi olacağı ihtimalinin yarattığı parlamenterlerin büyük oranda değişmesine neden olan seçme biçimine rağmen hüsran ortadadır. 
Mesele esasen kişilerin iyi veya kötü olmasından bağımsız bir meseledir. Mesele değişimi istemek meselesi değildir. 
Ülkenin birçok yerindeki inkişaf projelerinin kim tarafından, ne için, nasıl yapıldığı, ne zaman tamamlanacağı, nasıl çalıştırılacağı hususundaki derin netsizlik, tam bir “kaçtır bilmeyik” duygusuna denk geliyor.
Hayat, hızla benliğimizin dışında başkalarının gerçekliği olarak kabul görmeye başlıyor, bu kabul hızla olağanlaşıp doğallaşıyor…
İroni ve mizah bir yanıyla, hayatın benliğimiz dışında, başkalarının gerçekliği olduğu düşüncesini diğer yanıyla da bu düşüncenin absürdlüğünü anlatma potansiyelini barındırır.
Temennim, ikinciye giden yoldaki minik birkaç çakıl taşının tekmelenmesine vesile olabilmek…