Her şey aslına rücu edermiş:

Gitmelerin de bir sonu var, suskunlukların da.

Uzun süredir kapalı tutmak için dişlerini sıktığı ağzını açtığında dedi ki:

-Ben gittim, sen kaldın.

Biraz durdu, dışarıya, şu gri gökyüzüne baktı zor açılan kirpiklerinin arasından:

-Ben dönmeyeceğim, sen gelmeyeceksin, dedi.

Oysa durum çok basitti.

Hiç gereği yoktu uzatmaya.

İnat ve hırs: İkisi de işe yaramaz.

Birbirlerini etkisiz hale getirirler karşılaştıklarında:

İkisi de aynı anda söyleyemedi, ama aynı anda bitirdiler birbirlerinin peşi sıra başladıkları ortak cümleyi:

-Sen beni sildin, ben seni.

Uzun bir sessizlik çöktü, sanki bir daha bir şey olmayacaktı.

Hava çok ağır…

Zamanın şimdiki hali, mişli geçmişe döndü:

Ne alınmayan bir selam olacak artık; ne verilen bir selam haliyle.

Halleri, arzuları, vakitleri bu kadarsa eğer, bu kadar demek.

Değil miydi ki sahteikizkankardeşleriydiler?

Değil miydi ki hayatın tılsımı denen şey, hayatın bir deminden fazlasına denk geldiğinde, rengi tavşan kırmızısı olamazdı artık o bardaktaki süzme sallama çay gibi?

Her şey aslına rücu etti:

Görünen o ki, “Bu kaçıncı bitiş” diye soracak bir yeni durum daha olmayacak.

Anlaşılıyor ki “Nereden çıktı bu şimdi gene”, diyecek bir yeni durum da…

Bu durum hakkında birkaç gün sonra, “Özlemin şiddetinden beslenen öfkedir, geçer” diye gülümseme ile konuşulamayacak; hatta artık hiç konuşulmayacak!

Yanıt verilmeyecek.

Yırtılan bir kabuk ve yasaklı iki kelimenin ağızdan kaçışıyla puslanan gözler…

Her kitabın son satırını merakla başlayan okuma serüvenlerinde, kitabın son sayfasının yerinde olup olmadığını kontrol için yapılan kaçamaklar…

Her kaçamakta gizliden gizliye okunan bir yeni kelime…

Zamanın şimdiki hali, mişli geçmişe döndü:

Herşey aslına rücu etti:

Öyle saman alevi gibi…

Püf!