Pazarın en güzeliydi. Aylar süren meşakkatli çabaların ardından olgunlaşmıştı. Daha en baştan, minicikken belliydi güzel gelişeceği, kimsenin gözlerini ondan alamayacağı.

Güneşi seviyor, suya bayılıyordu. Kökleri pek derine gitmese de dalları bir başak gibi hızla boy atıyordu. Akşamları yanan meşalelerin ışığı, yanaklarını adeta okşuyordu. Tepedeki beyaz güvercinlere hasretle bakıp bir gün uçabilmeyi o da çok istiyordu. Karşısında duran zeytinlerin yapraklarını hasretle uzaktan izliyor, kucaklaşabilmeyi hayal ediyordu.

Etrafındaki onca güzellik arasında hangisini kucaklayacağı sorulsa, cevabı vermesi çok sancılı olurdu. Allahtan soran da yoktu. Her şey gayet hoştu. Gelen gideni izleyip, hep aynı sırayla geçip gitmelerine, dönüp gelmelerine şaşıyordu. Her seferinde yer değiştiriyor, biri gelip biri gidiyordu.

Kısacık ömründe şahit oldukları hızla olgunlaşmasına, büyümesine, duygularının körelmesine neden olmuştu. Başından geçenlerden ziyade görüp geçirdikleri önemliydi.

İçindeki çocuk, dökülen çiçekler gibi onu acımasızca terk etmişti. Esen sert bir rüzgârın canını çok acıtarak kopardığı çiçeklerin toz toprak içinde yitip gitmesini, gözyaşlarını tutarak izlediği gün damarlarına işlemişti. Hatta yüzeye yakın damarların uzaklardan bakınca çok belirgin olması herkesin dikkatini çekiyordu.

Daha küçüklüğünden damarlarına işleyen bu acı, tüm bedenine, ruhuna, duygularına, mantığına ince ince ince yer etmiş, dış görünüşüne kadar belirleyici olmuştu. O, çoğu zaman acıların çocuğuydu. Ancak acıdan ibaret değildi.

Gülmesini, sevmesini, eğlenmesini, salınmasını, dolanmasını, neşelenmesini, espri yapmasını da bilirdi. Ağız dolusu kahkahaları yoktu lakin bir tebessümü bin kahkahaya bedeldi. Yanakları dolu dolu, etli cinstendi. Gülüşünü etli yanakları şişman göstermesin diye tebessüme sığdırır dururdu. Şişmanlığı olgunluk sanan o kadar çok tip vardı ki, başına bir hal gelebilir, dağlara gelmesi farz olabilirdi. Dağlara gelmekten çok ürküyordu.

O bir kentliydi. Köylülükten tiksinir, yaşadığı araziden nefret eder, neon ışıklı uzak diyarlar hayallerini süslerdi. Kaçıp gitmez, kalabalıklarda kaybolmak, onlardan biri olmak, geçmişinden ve köklerinden kurtulmaktı en çok düşündüğü. Kaçmaya çalıştığının kendi olduğunu hiç fark edemedi, çünkü hiç kaçmadı, kaçamadı.

Onu olduğu yere bağlayanın, ayrıntılar olduğunu sanarak yaşadı bir ömrü.  Halbuki yaşadığı yer değil, nasıl yaşadığıydı ona ağır gelen.

Onu o yapan tercihleriydi. Kendi seçtikleriydi hayatını anlamsız, eğlencesiz, sıkıntılı yapan. Tercihlerini nasıl kullandıysa öyle bir hayat yaşıyordu ve o bunu fark etmemekte direniyordu. Hayatı kendi dışında bir şey zannetmesi en büyük açmazıydı. Oysa ki hayat kendi içindeydi, hayatın ta kendiydi benliği. Sorunları, eksiklikleri, yanlışları, mutsuzlukları, hayal kırıklıkları, tatminsizlikleri, dibi buluşları ve en önemlisi kendini beğenmemesi kendi seçimleri yüzündendi.

Uyandığı hiçbir sabah mutlu bir başlangıç yapmamış, yeni bir sayfa açmamış, hayatına renk katacak tek bir tercih yapmamış, nasıl bıraktıysa öyle devam etmişti her yeni güne. Kaderi kendi dışında değiştirilemez, deneyimlenip yaşanan bir şey zannederek geçirdi ömrünü.

Boynuna takılı, ayağına bağlı, bileklerinde kilitli metaller var düşüncesi sadece aklındaydı; yoktu öyle bir gerçeklik.

Bağrışmalı çocukluğunun kulağında yer eden öfkelerini onca zamanda itiraf edememiş, daha gencecikken sığındığı limanların sığlığını görmesine rağmen daha derinine gücünün yetmeyeceği zayıflığıyla kalakalmıştı. Birkaç teşebbüsünde yanlış kaptanlarına hatalı rotaları nedeniyle yolculuğu kısa sürmüş, gerisin geriye dönüvermişti yerine.

Mendirek tanıdık, güvenli ve aydınlatma zaruretler için kifayetliydi. Daha başka ne olabilirdi ki? Yaşıyordu!

Bir dönem kapıldığı hezeyanlar yüzünden yaklaştığı bulutlardan düştüğünce çok acımış, bir daha o kadar uçmamak için kendi kendine verdiği sözü tutmak için benliğini inkâr etmişti.

Oysa ki özgürlük, serbestlik, yaratıcılık, şaşma hakkına ihtiyacı vardı.

Güneşi sevmiş gabirgas olmuştu.

Bir başak gibi hızla boy atmış ama kökleri onu beslemeye yetmeyecek kadar zayıf olduğundan hiç beklemediği bir anda sararmıştı.

Akşamları yanan meşalelerin ışığının yanaklarını okşaması, meşale sapının salvoları nedeniyle defalarca onu yakmıştı.

Tepedeki beyaz güvercinlere hasretle bakıp bir gün uçabilmeyi istemesine rağmen, güvercinin halleri onu kanatlarına alıp havalandırmaya müsait değildi.

Karşısında duran zeytinlerin yapraklarını hasretle uzaktan izliyor, kucaklaşabilmeyi hayal ediyordu lakin zeytin yaprakları yansa, kendi dibini aydınlatacak kuvvetten yoksundu.

O Pazar kararını verdi.

Seher yelini güneşin işine yarayan dalga boylarından toplaması için çağırdı.

Başakların tanelerinden en gözdelerini öğütledi.

Meşalelerin en uslu ateş dilimlerini kendine ayırdı.

Beyaz güvercinin kanat çırpışındaki tatlı esintinin en ak tüylerinden kendine bir yastık yaptı.

Zeytin yapraklarından en aşı olanları seçip nazardan korunmak için yakacağı günler için sakladı.

Seher yeliyle öyle tatlı bir huzur doldu içi ki, o sabah ilk kez hayatını değiştirebileceği ihtimaline inanarak, şişman yanacıklarını kasmadan kahkahalar atarak uyandı.

O sabah Seçizmeno töreni vardı ve yerinde duramıyor, güzelliğinin göz kamaştıracağını bilemenin öz güveniyle yola koyulmuştu… He şey bir anda değişecekti.

Kaderini kendi yaratacak, biat etmeyecek, söz dinlemeyecek, sözünü söyletecekti. O Pazar, pazarın en güzeliydi ve herkes bunu farkındaydı.