İki bakanın birbiri ardına yaptığı “biz yönetemiyoruz, yönetemeyiz” itiraflar neye tekabül ediyor, hangi düşünme biçiminden besleniyor? İkisi de zor sorular ama her zor soru gibi cevapları son derece basit.

TC Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun ziyareti öncesinde başta Anadolu Ajansı ile Milliyet Gazetesi olmak üzere çok sayıda gazete ve internet haber sitesinde ‘Asrın Projesi’ni anlatan KKTC Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanı Hamit Bakırcı, KKTC’ye borularla taşınacak suyun Kıbrıs’ın malı olacağını ve müzakere masasına çok olumlu etkisi olacağını söyledi. Bakan Hamit Bakırcı açıklamalarında, “2015 yılının sonuna doğru Kıbrıs’ın en ücra köşesi olan Dipkarpaz’a kadar suyu ulaştırmış olacaklarına” da yer verdi.

Bakırcı, Türkiye’den gelecek suyla ilgili beyanının ardından meselenin diğer bir tarafına değindiği yeni bir açıklama yaptı. Bu açıklama, gelecek suyun satışı ile ilgiliydi:

“Dağıtım konusunda üç model üzerinde çalışmaktayız. Bunlardan biri mevcut sistemin devamı ve ana hatların yine Su Dairesi tarafından yönetimi, diğer bir seçenek ana hattın ‘yap işlet devret’ şeklinde yönetimi ve son olarak ‘yap işlet devret’ modelinin uzman ekibe devri seçeneklerimiz arasındadır”.

Demokrat Parti milletvekili olan Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanı Bakırcı’nın suyu kimin satacağı ile ilgili alternatiflerden ilk kez söz etmesinin hemen ertesinde, TC Başbakanı Ahmet Davutoğlu KKTC ziyaretinde Türkiye’den gelecek suyun uzmanlaşmış şirketler tarafından yönetilmesi üzerinde çalışıldığını ve belediyelere de hisse verilmesinin gündemde olduğunu açıkladı.

Bakırcı’nın üzerinde çalıştığını açıkladığı üç modeli Davutoğlu’nun teke düşürmesine, CTP Genel Sekreteri Kutlay Erk’ten cevap geldi.

Erk, “Partimizin tezlerinde bazı mal ve hizmetlerin üretilmesinde devletin taraf olması ilkesi vardır. Yani elektrik, su, telekomünikasyon ve ulaşım gibi konular tamamen özelleştirilemez. Su yönetimi Kıbrıslı Türklerin yönetiminde olacak, partimizin tezi budur. Su İşleri Dairesi ve belediyeler gelecek olan suyu yönetecek”. Erk, meseleyi daha da derinleştirerek Bakırcı ile yetinmeyip “Türkiye’den gelen bazı eleştirilere” de tepki göstererek cevap verdi:

“Beni asıl üzen ‘sizin deneyimizin yok bu işi yönetemezsiniz’ beyanatıdır. Bu aslında Kıbrıslı Türklerin zekasına ve yeteneklerine saygısızlıktır. Türkiye’den gelen bazı eleştirilerdir bunlar. Bu benim için dejavudur. Daha önce de 1995’te elektrik konusunda aynı şey olmuştu. Özel şirketin de bu işi ne kadar bildiği sık sık kesilen elektriklerden ortada. Biz pekâlâ biliriz, başkalarının deneyimlerinden yararlanmayı da biliriz. Kısacası söylemek istediğim suyun yönetimi belediyelerde olmalı ve buna kimse müdahale etmemeli.”  

CTP Genel Sekreteri Erk’in, suyun satışı ile ilgili Bakırcı ve Davutoğlu modellerini reddetmesine Bakırcı’dan cevap gecikmedi:

“Benim şu anki mevcut sistemimle, eleman kapasitemle, teknik altyapımla ben Su Dairesi olarak bu suyun yönetimini üstlenemem. Ayrıca Belediyeleri de eleştirmek istemem ama şu an ki mevcut durumda belediyelerin bu suyu yönetme kapasitesi yoktur” dedi. Bakırcı yetersizlik teşhisi üzerine kurduğu fikrini, ‘bir ideoloji uğruna’ Türkiye’den gelecek suyun heba olmasını istemediğini söyleyerek meşrulaştırdı.

Peki uğruna suyun feda edilemeyeceği bu ideoloji neydi?

Bakırcı, Erk’in tarif ettiği yaklaşımı ideolojik buluyor ve bunu açıkça ifade ediyor. Erk, CTP’nin suyun dağıtımının özelleştirilmesine karşı olduğunu söylüyor, Bakırcı özelleştirme karşıtı yaklaşımı ideolojik buluyor. Bakırcı’ya göre özelleştirme ideolojik değil, kamunun idaresi ideolojik!

Hayatı anlama ve yaşamı deneyimleme biçimi olarak ideoloji, fikirlerle eylemlerin meşru ve tutarlı hale getirildiği bütünlüklü çerçeveler olarak da tarif edilir. Sudan bir meselenin bile ideolojik tarafı vardır.

Bakırcı, Anadolu Ajansı’na Türkiye’nin proje için 1,3 milyar dolar harcadığını, böyle bir yatırımı yavru vatan için yaptığını vurgulayarak, “Türkiye bunu Kıbrıs Türkü için yapıyor, KKTC’de yaşayan Türkiyeliler* için yapıyor. Ne Türkiye bizsiz ne de biz Türkiyesiz olmaz. Et tırnaktan ayrılmaz” derken zaten su meselesine bakışını ortaya koymuştu:

İki devlet arasındaki ilişkiye “etle tırnak” ve “ana-yavru” analojileri ile irrasyonel bir çerçeveden bakmaktadır.

Roma’dan kaplanlı örnek

Tarih, irrasyonal olaylarla, örneklerle doludur. En ünlü irrasyonalite örneği, milattan sonra 37-68 yılları arasında yaşamış Roma İmparatoru Neron’un, dönemin en cesur gladyatörlerinden II. Spartaküs’ü 40 genç ve azgın kaplanı yarı çıplak halde ve silahsız bir şekilde arenada öldürmesi için düzenlediği gösteridir.

Neron, Spartaküs’e her öldürdüğü kaplan için önündeki sehpada kılıcın yanında duran altınlardan bir kese atar. Spartaküs, 39 kaplanı tek tek öldürür ve Neron tarafından her seferinde 1 kese altınla ödüllendirilir ve 39 kese altın kazanır. Spartaküs’ün 40’ıncı kaplan karşısında takati kalmaz. Başparmağıyla yenilgi işareti yapıp yardım ister. Kalabalıkla birlikte Neron da öfkelenir, kılıcını ve son kese altını muhafızına verir. Muhafız 39 kaplanı yenip 39 kese altın kazanan Spartaküs’ü cellat sehpasına götürüp kafasını uçurur, şov biter.

Gösteri boyunca Spartaküs 39 kez kazanmış, coşkuyla alkışlanmış ve imparator tarafından 39 kez ödüllendirilmişti.

Rasyonel bir bakış açısıyla Spartaküs’ün 39 artısı 1 eksisi vardı ve açık ara kazanmıştı. Oysa Neron’un irrasyonel bakış açısına göre Spartaküs kaybetmiş ve ölümü hak etmişti.

Sonuç

İrrasyonel yargıların başlıca nedenleri arasında en ön sırada önyargılar ve bilince yerleşen güçlü imajların etkisi gelir. İki devlet arasındaki ilişkiyi “et ve tırnak” ile “ana-yavru” analojileri ile izah etmek, toplumsal bilince yerleşen güçlü imajlardır ve kendi kendini, sistemi, elemanları, siyaseti, bir kamu kurumunu hiçleştirip acz içine düşmeye kadar varan vahim sonuçları olabilmektedir.

*Bakırcı’nın demecindeki ifadenin ‘Türkiyeliler’ değil ‘Türkler’ olduğu görüşme kayıtları yayınlanarak tashih edildi.