Uyanmak ağırdır.

Uzun bir uyukunun mahmurluğu ezer insanı uyanır uyanmaz. Gözler şimşiş, ayaklar sıcak; gökyüzü karabulutlu, yer buz gibi… Yorgan davetkârdır, gel gir içime vazgeç şu sevdadan, uyuku tatlıdır, der.

40 yıllık bir kâbustan uyanmak nasıl bir duygu?

Yalandan gerçeğe dönmek 40 yıl sonra, nasıl bir duydu?

Statükonun demir yorganının sahte davetine, “hoş git geleceğimden” demek, nasıl bir duygudur?

Yürekleri, beyinleri, ruhları ve duyguları işgal eden statükonun demir yorganını sırtımızdan atmak, daha bir özgür olmak nasıl bir duygudur?

Özgürlük korkusu kuşatabilir mi çepeçevre gerçeği?

40 yılın ağır yükünün kamburlaştırdığı yalanın sığ suları, halâ davetkâr mıdır, kandıracak kadar?

40 yılın ağır yükünü kendi kaldıramayan yalanyığını, kavanoz dipli bir dünyacık dışında başka ne düşleyebiliyor?

Kendini anlatırken bile dapdaracık bir fanustan öteye niye taşamıyor?

Yoksa o da mı uyandı kendi kendinden ne?

Statükonun demir yorganı, kendi kendini bile ısıtamıyor artık.

Kendi uyukularını bile karakâbular basıyor artık.

Bir kâbustan hep birlikte uyanacağız az sonra.

Kâbusun kendisi şimdiden uyandı, bu son fasıldır diyor şimdiden.

Bu son fasıldır, nasıl geçersen geç diyor.

Nasıl geçerse geçsin diye koyverip gidiyor.

“Titreyip kendimize geleceğiz” diyorsa eğer, kendinden geçmiş halini o da farkında.

Statüko bile kendi kâbusundan geç bir vakit uyandı.

Yalandan gerçeğe dönmeye az kaldı.