Akıncı, madalyonunun diğer yüzünü anlattı. Uzun bir süredir Kıbrıs Türk basınına konuşmadığından yakınmanın acayip sükse yaptığı Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın makam odasına bir akvaryum aldığını öğrenince, geçmiş günlerin hatırına cevap verir umuduyla cep telefonunu aradım.İkinci vaktiydi.
Cumhurbaşkanı, yaklaşık 20 yıldır her karşılaşma ve konuşmamızdaki değişmez replikle yanıt verdi:
“Evet Ali Bizden. Bizden yana mısın, domuzdan yana mı?”
Bu pası temiz bir gole, özel bir röportaja çeviremezsem iyi olmazdı.
“Sayın başkan, 20 senedir sorduğunuz bu soruya artık bugün yanıt verebilirim. Ancak yüzyüze görüşmemiz gerekli. Akvaryumu merak ettim, uygunsanız bir kahvenize hayır demem” cevabını verdim.
Böylece “akvaryuma bakabilirsin ama kahve için söz veremem” cevabı gelince röportajı garantilemiş oldum.
Silihtar’a giderken aklımdan deli sorular geçti. Müzakereler, mülkiyet, güç paylaşımı, dönüşümlü başkanlık, su, toprak, garantiler, referendum, tazminatlar, çözümün finansmanı…
Röportaja başlamadan off the record kısa bir sohbetimiz oldu. Müzakere süreci ile ilgili şimdi yazılması durumunda bağcıyı dövmek dışında bir fayda sağlamayacak yeni şeyler anlattı.
“Sayın başkan, müzakere sürecindeki gelişmelerle ilgili gizliliği delmeme konusundaki tutumunuz nedeniyle çok eleşitiriliyorsunuz. Şimdi off the record dediniz, bunları yazamayacağım. Nasıl olacak bu iş” diye haddimi azacık aştım. Cevap şu oldu:
“Müzakere sürecinde amacım halkımızı uluslararası hukukla buluşturan, özgürlük, eşitlik ve güvenlik içinde yaşayacağımız çağdaş bir gelecek. Uğraşım bu. Karşılıklı suçlama oyunlarına dönüşecek gergin ve faydasız bir ortam yaratılmasına izin veremem”.
“Şimdi de Kıbrıs Postası’na röportaj verdiniz diye eleştirileceksiniz, biliyorsunuz değil mi” diye sordum. Cevabından anladım ki akvaryumu bahane etmemin zamanlaması süper olmuş:
Bizim gazete kağıt baskıdan çıkıp sadece dijitale yatırım yapmaya karar verdi. Ne olur ne olmaz bizimle başlamanızı istedik.
Geçtiğimiz hafta yayınlanan röportajlarda iddia edilenlerle ilgili cevap hakkınızın doğduğunu da düşündük. “Zaten çalışma arkadaşlarım, Mart ayının ilk haftasından itibaren medyaya yönelik detaylı bir program hazırlıyor. Kıbrıs Postası ile başlamak isabet oldu.”
Çalışma odasına girdiğimde Cumhurbaşkanı Akıncı’yı, önünde sayfalar dolusu malzeme arasında yakın gözlükleri ile okurken buldum. Sarılıp öpüşme faslının risk analizini yapmak için ilk soruyu gripten sordum. Sayın Başkan, geçmiş olsun. Gribal enfeksiyon olayı tamamen bitti mi?
AKINCI: Evet, teşekkürler. Hastalığı tamamen geçirmek için 10 günlük bir zamana ihtiyacım oldu. Bu dönemler salgın dönemi, etrafta virus var. Aslında her kış grip aşısı oluyorum. Yine de yakalandım. Bu dönemlerde virüsün yayılmaması için toplum olarak dikkatli olmalı ve bazı kuralları daha ciddiyetle uygulamalıyız. Bu kuralları da sıklıkla gündemde tutmalıyız. Unutmamamız gerekir ki gribal enfeksiyon ciddi bir rahatsızlıktır ve her kış az da olsa ölümlere neden olmaktadır. Nitekim bu yıl da yanılmıyorsam beş yurttaşımızı kaybettik.
Siz istirahattayken birkaç gün “hücre” olduğunuz konuşuldu. Sizin rahatsızlığınıza denk gelen günlerde gazetemizde Alpay Durduran’ın röportajı yayınlandı. Orada size yapılmış ithamlar var. Örneğin “Akıncı’nın, Denktaş’ın TKP’deki hücrelerinden birisi olması ihtimali vardır” şeklindeki söylemi.
AKINCI: Sn. Alpay Durduran zaman tünelinde kalmış. Bana karşı biriktirdiği kini maalesef halen içinden atamamış. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde de, aday olmadığı halde, TV kanallarını gezerek aleyhimdeki propagandanın bir parçası haline gelmişti.
Beni sevmek zorunda değil kimse; ama haksız karalamaya ne gerek var? Üstelik “ihtimal” diyor, yani emin değil; o zaman o dönemi bilmeyenler için hakkımda kuşku yaratmakla ne kazanacaksın, kendi kendini tatminden başka…
Gerçek şu ki, belediye başkanı olarak, herkesle olduğu gibi, dönemin Cumhurbaşkanı Denktaş’la da düzeyli bir ilişki yürütmeye çalıştım. O da, ben Parti Başkanı oluncaya kadar sürdü, ama siyaseten yollarımız hiç kesişmedi.
1980’li yılların sonlarında TKP’nin başına geçtiğimde, rahmetli Denktaş da telaşlandı. O kadar ki, Türkiye basınına“Amerika (CIA) beni devirmek ister. Yerime de Akıncı’yı getirecekler” manşetini attırdı. Kısacası, Durduran’a göre “Denktaş’ın adamı”, Denktaş’a göre ise “Amerika’nın adamı” olduk. Oysa, ömrüm boyunca kimsenin adamı olmadım. Tek bir merciye karşı sorumluluk duydum. O da halkımızdan başkası olmadı.
Durduran partiden kopuş sürecinde de size sorumluluk yüklüyor.
AKINCI: Bu işler böyledir. Bir olay yaşandığında bir günah geçisi bulunur. Kişi, yaşananlarda kendi sorumluluğunu görmezden gelir ve başkalarının dagörmemesini ister. Durduran da öyle yapıyor. 1987 yılının Ekim ayında parti kurultayında ikimiz de genel başkanlığa aday olduk ve seçimi benim kazanmamın ertesi gününden itibaren milletvekillerinin partiye ödemekle yükümlü oldukları aylık aidatı ödememeye başladı. Partinin kurultay delegelerini“naylon” ilan etti, parti çalışmalarına katılmak yerine, parti içinde başka bir parti yaratma faaliyetlerine başladı. Bu duruma parti tüm organlarıyla iki yıl boyunca tahammül etti; ancak durum değişmedi. Aslında Arif Hoca da kitabında yazdı. Durduran dürüstçe ayrılmak ve yeni parti kurmak yerine, kendini attırmak yönünde partiyi zorlamayı tercih etti. Durduran partide sadece benimle ters düşmedi. Meclis grubu, Parti Meclisi; yani tüm organlarla da ters düştü bu tavırları nedeniyle. Bunca yıldan sonra insan hiç olmazsa işin bu yanını da anlatır. Parti disiplinini en önde savunan kendisiydi. Örneğin Lefke’de partili gençler bildiri yayınladı diye partiden ihraçlarını sağlayan da oydu.
Bir de KKTC’nin ilanı sırasında yaşananlar var. Bu konuda sizin söyleyeceklerinizi de toplumumuz bilmek ister.
AKINCI: 14 Kasım 1983 gecesi Denktaş milletvekillerini Saray’da toplamış ve “Yarın devlet ilan ediyoruz, oy vermeyenlerin de Meclis’te de yeri olmaz” diyerek dönemin milletvekillerini tehdit etmiş. Bunun üzerine CTP Parti Meclisi’ni toplayıp sabaha kadar tartıştı ve bir oy farkla oy verilmesi kararlaştırıldı. Bunları sonradan öğrendik.
TKP ise Parti Meclisi’ni toplamaya bile gerek görmedi maalesef. Ben o sırada Belediye Başkanı ve Parti Meclisi üyesiydim. Çağrılmadığım için o gece neler olduğunu da ancak sonradan öğrenebildik.
6 Kasım günü yani KKTC’nin ilanından sadece 9 gün önce TKP’nin kurultayı vardı. O gün Girne Belediye Başkanı rahmetli Rızkı ve Lefke Belediye Başkanı Vehip Nekipzade ile birlikte sunduğumuz ve dönemin Rum Yönetimi lideri Kiprianu’nun uzlaşmaz siyasetine karşı, bu tutumda devam edilmesi halinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin uluslararası ilişkilerinin daha da gelişmesi için TKP’nin de çalışacağına vurgu yapan bir karar tasarısı sunduk. Bu da bizi Durduran’ın ağır saldırılarına hedef yapmıştı. Dikkatinizi çekerim, biz o öneriyle yeni bir devlet ilanını önermemekteydik. Mevcut olanı ileri taşımaktan söz etmekteydik. Ona bile saldıranlar, 9 gün sonra gidip KKTC’nin ilanına oy verdiler. Sn. Durduran “Oylama yapılmadı” falan diyor. Bal gibi de oylama yapıldı. Meclis Başkanı Nejat Konuk “Ayakta oylanmasını” önerdi. Sn. Durduran dahil herkes ayakta olumlu oy verdi. Hatta Durdurdan’ın eli, yanındaki arkadaşlarından daha yukarıda o günkü fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla. Bunun ötesinde o günün sabahında zaten, KKTC ilanını öneren karar taslağı da imzaya açıldı ve ilk imzalayanlardan birisi de Sn. Durduran idi. Şimdi tarihi gerçekler bunlar iken, kendisi en azından oylama sırasında, oturup protesto etme imkanına da sahipken, bunu yapmayıp, şimdi de o dönemde kendisiyle birlikte oy veren arkadaşlarını suçlayarak kendini aklama yönüne gitmesi anlaşılır gibi değildir.
O dönemle ilgili bir gerçeğin daha bilinmesinde yarar vardır. KKTC ilanından sonra, “Ne yapalım madem ki bu karar alındı şimdi tanınması için uğraşmalıyız” diyen ve sonrasında da KKTC Anayası’nın hazırlanıp onaylanmasında en önde olanlardan biri de yine Sn. Durduran’dı.
Şimdi zaman tünelinden çıkıp günümüze gelelim. Bugün de Sn. Durduran’ın size yönelik eleştirileri devam ediyor. Örneğin, Kıbrıs konusunda hiçbir gelişme olmadığını söylüyor, tavrınızı “aldatmaca” olarak nitelendiriyor. Bunun yanında eski Cumhurbaşkanı Eroğlu da başka bir açıdan olaya yaklaşarak, mülkiyet konusunda halkın mahkemelerde uğraşacağından bahisle size eleştiri yöneltiyor. İlerleme var darken halkı aldatıyor musunuz sayın Başkan?
AKINCI: Ben halkımız için elde edilebilecek en iyi çözümü sağlamaya çalışıyorum.
Bu “aldatmaca” falan değil, iyi niyetli bir çabadır ve bu çabamızın gördüğü takdir ve destek, BM Güvenlik Konseyi kararlarına, Avrupa Parlementosu raporlarına kadar girmiştir. Çözüme kesin olarak ulaşabilecek miyiz? Bunu söylemek elbette kolay değil ama 2016 yılının çözüm yılı olabilmesi için müzakere heyetimiz ile birlikte tüm gücümle çalışıyorum ve çalışmaya devam edeceğim. Buna muhalif, muvafık herkesin kendi çapında katkı koyması yapılacak en doğru ve toplumumuz için en yararlı iştir. Yoksa, yılların kinini sürdürüp BM’nin ve Avrupa kurumlarının bile gördüğü olumlulukları görmezden gelmek ve etrafa umutsuzluk yaymak yanlıştır. Öte yandan son günlerde eski Cumhurbaşkanı Sn. Eroğlu’nun bazı beyanları da halkta endişe yaratmaya yöneliktir. Örneğin benim “Mülkiyette öncelik 1974 öncesi sahibindedir, içinde oturanın da durumuna bakılacak” dediğimi söyleyerek, ne dediğimi ya tam olarak anlamamakta ya da anlamazlıktan gelmektedir. Halbuki bu konuya da birkaç kez açıklıklık getirmiş bulunmaktayım. Tekrar edeyim:
Başvurma hakkı ile, mülkiyette hak sahipliği farklı şeylerdir. 1974 öncesi sahipleri elbette başvuru haklarını kullanabileceklerdir. Örneğin, 1974 öncesi kuzeydeki mülkünde ikamet eden ve çözümden sonra yeniden Kıbrıs Türk Kurucu Devlet Yönetimi altında aynı evde ikamet etmek isteyen olursa, tazminat veya başka seçenekler yerine eğer bunu tercih edecekse, bu tercihini öncelikle bildirmesinden daha doğal ne olabilir?
Ancak, sayıları az olmakla birlikte bu tür talepler bile değerlendirilirken, şimdiki kullanıcının durumu da elbette önem taşıyacaktır. 1974 öncesinde söz konusu evde birkaç yıl yaşayanla, Güney’deki mülkünü bırakıp uzun yıllardır bu evde ikamet eden bir göçmen aileyi karşı karşıya getirmek ve mahkemelerde koşuşturtmak gibi bir niyetimiz yoktur. Bu çerçevede kriterlerin açık olması ve hak sahipliliğinin muğlak olmaması son derece önemlidir. Bu örnekde içinde halen yaşayanın hak sahipliliğinin öncelikli olacağı tartışılmazdır.
Sayın Başkan, size onca itham ve yığınla eleştiri yapılıyor. Sizce tarihte nasıl yer alacaksınız?
AKINCI: “Siyaset zor bir uğraştır. Hakkınızda söylenmedik laf kalmaz. Sabırlı olmak, eleştirilere tahamülle yaklaşmak gerekir. Yaşamımda genellikle böyle davranmaya çalıştım.
Ama bazen eleştiri değil, yanıtlamak zorunda olduğunuz ithamlarla karşılaşırsınız. Buna da sessiz kalamazsınız. O zaman geleceğe sadece size yapılan ithamlar kalır. Bu da adil değildir. Dolayısıyla yaşanmış bazı gerçeklerin tek yanlı olarak aktarılmasını önlemek ve madalyonun diğer yüzünü de yansıtmak gerekir.
Sonuçta kim ne derse desin, benim yargısına güvendiğim tek güç halktır. Yıllarca Belediye Başkanlığı, Parti Başkanlığı, Milletvekilliği, Başbakan Yardımcılığı görevlerini yaptım. Şimdi de halkımın takdiri ile Cumhurbaşkanlığı görevini yürütüyorum .
Halkımızı uluslararası hukukla buluşturacak, özgürlük, eşitlik ve güvenlik içinde yaşayacağımız çağdaş bir gelecek için uğraş veriyorum. Sonuçta herbirimiz sarfettiğimiz laflarla değil, yaptıklarımız ve yapamadıklarımızla tarihteki yerimizi alacağız.
Siyasi hayatımın en başından itibaren toplumumuz için en iyisini yapmaya çalıştım. Şimdiki görevimde de Kıbrıs’ın geleceği ve toplumumuz için en iyisini yapmaya çalıştığımdan halkımızın emin olduğuna inanıyorum. Benim için önemli olan halkımızın ne düşündüğüdür”.
Cumhurbaşkanı Akıncı ile çalışma odasındaki akvaryuma bakarken, hemen arka bahçede beyaz bir köpek yavrusunu oynarken gördüm. “Başkan hayırdır” diye sordum. “Birazdan benimle eve gelecek. Akşamları evde, ben burada olduğum zamanlar da burada” dedi. Adını sordum, “Dost” dedi.
Bu arada meraklıları için söyleyeyim; akvaryumu izlemekle yetindim, Silihtar’da bir acı kahve içemedim…
(Kıbrıs Postası Gazetesi, 23 Şubat 2016)