Kâmran Aziz’in “Kıbrıs bir ada mıdır, cennetten parça mıdır” sözlerini bilmeyenimiz var mı? 1970’lerden günümüze, birkaç neslin Sıla-4’ten, Grup Dönüşüm’den, Gazi Set’ten, Yıltan Taşçı’dan ve daha nice isimden dinlediği “Kıbrısım” şarkısının “Ah Kıbrıs’ın Kıbrıs’ım” nakaratı nesiller arası bir bağ kurmakla kalmaz, nesillerin Kıbrıs tahayyüllerini de ifade ederek onları yeniden kurar.
Lefkoşa Kıbrıs’ın merkezi oluşuyla, Mağusa hisarlarıyla, Girne dağları, Baf’ın bağlarıyla, Leymosun içkisi, İskele sahiliyle güzellenir. O kadar vurgundur ki “gurbette yaşayamaz” Kıbrıs’ın cesur gençleri. Tüm bunların başlangıcı Kıbrıs’ın bir ada mı olduğu yoksa cennetten bir parça mı olduğu sorusudur.
“Kıbrısım” şarkısının sözlerinin tümünü hatırlayalım mı?
Kıbrıs bir ada mıdır
Cennetten parça mıdır
Kıbrıs’ın güzel kızı
Yanakları kırmızı
Akdeniz’in yıldızı
Ah Kıbrıs’ım Kıbrıs’ım
Lefkoşa merkezidir
Kıbrıs’ın şerefidir
Lefkoşa’nın gençleri
Fetheder gönülleri
Çeliktendir elleri
Ah Kıbrıs’ım Kıbrıs’ım
Kıbrıs’ın her kazası
Sanki altın parçası
Mağusa hisarları
Yeşil Girne dağları
Baf’ın güzel bağları
Ah ne hoştur Kıbrıs’ım
Kıbrıs’ı ben bırakamam
Gurbette yaşayamam
İskele sahiline
Leymosun içkisine
Kızların sevgisine
Vurgunum ben Kıbrıs’ım
Bu şarkıyı özellikle üniversite öğrencilik yıllarımızda toplaştığımızda eli gitar tutan arkadaşlar eşliğinde müthiş bir romantizmle, ama nakaratları adete bir marş gibi söylediğimiz yıllar geçtiğimiz yüzyılda kaldı. Sadece o deneyim kalmadı geçtiğimiz yüzyılda; bir sonraki yüzyılın ilk çeyreğini de geride bırakmak üzereyiz.
ÖLÜ AT TEORİSİ
Geçtiğimiz günlerde iş dünyası ve yöneticilerle ilgili “Ölü At Teorisi” (Dead Horse Theory), hakkında biraz okudum: Eğer bir at öldüyse, artık binip bir yere gidemezsin. Ancak organizasyonlar ya da yöneticiler, bu “ölü ata binmeye devam etmek” için çeşitli yollar dener.
Teori esasında bir politika, strateji, proje, sistem ya da organizasyonel yapı artık işe yaramadığı halde onun devam ettirilmesi için zaman, para ve kaynak harcanmasına yapılan ölü yatırımı ti’ye alır.
Ölü bir atla, artık işe yaramayan bir yaklaşımla yüz yüze kalan tutucu kurumlar ya da yöneticiler genellikle, atın ölü olduğunu inkar ederler. Gerçekliği, yani atın artık öldüğünü kabul etmek ve gereğini yapmak yerine, statülerini koruyan şahane bahaneler üretirler:
1. “Daha güçlü bir kamçı kullanalım.”
2. “Ölü atı yeniden yapılandıralım.”
3. “Yeni bir çabayla bu atı diriltmeye çalışalım.”
4. “Bu atı başka ölü atlarla kıyaslayalım.”
İş dünyasıyla ilgili olduğu kadar siyasete de ne kadar uygun bir teori değil mi? Teoride kalsa şahane olurdu da uygulanmakta oluşu biraz can sıkıcı. İş dünyasında sermayenizi\varlıklarınızı ziyan edersiniz, siyasette ise bir toplumun çocuklarını, gençlerini, bugünü ve geleceğini boşa harcar, tüketirsiniz. Beni ilgilendiren bu kısmı.
İKİ BÜYÜK ANLATI
Bir süredir bunu yazıp yazmamak konusunda kendimle epey bir münakaşa ettim. Söz ağızdan, yazı elden çıktı mı dönüşü olmaz, çünkü insanlık tarihi boyunca hayatı kelimeler değiştirdi durdu hep. Biraz uzun oluyor, farkındayım. Konuya gireceğim evet.
Kıbrıslıtürkler, Kıbrıs Türkleri veya Kıbrıs’taki Türkler diyebilirsiniz siz nasıl tercih ederseniz, mesele burada değil. Ben Mehmet Yaşın’ın “Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi”ni okumdum beri birinciyi merkez alan bir düşünce ve yazı serüvenini tercih edenlerden oldum, memnunum gayet.
Şunu not düşelim: Kıbrıs Cumhuriyeti, tarihsel olarak Kıbrıslıtürkler için bir büyük anlatı, bir siyasal proje olmadı. Atılıp/terk edip o veya bu şekilde dışında kalınana kadar 1960’tan 1963’e kadar bile. Modern zamanların birkaç “büyük anlatı”sı oldu Kıbrıs’ta.
En yakın ikisi şunlar:
Kıbrıs’ın Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’ne iadesi. Bu ilk zamanlarda ilhak falan değil, basbayağı anavatan topraklarına, kucağına geri dönmek isteyen bir siyasetti. Bu anlatının baskın damarı tarihsel süreçte ayrı bağımsız devlet formunu aldı.
Bir Türk tezi ve Kıbrıslıtürk liderliğinin resmi pozisyonu olan iki bölgeli, iki toplumlu federal ortaklık ikinci büyük anlatıydı.
İLK “ÖLÜ AT”
Birkaç kritik tarihsel kırılma ile anne kucağına önce bütün adayla, sonra bir yarısıyla dönme arzusuyla başlayıp, Kıbrıslı Rumlardan ayrı bir etnik/milli devlet projesine dönüşen birinci büyük anlatının son versiyonu iki ayrı devlet söylemsel güncellemesiyle tedavülde:
Anlatının ana ekseni tek ve bir, dekor-dizayn, süsleme günün beğeni trendlerine uygun rötuşlu. Bu estetik rötuşlarla “ölü at” ara ara yeniden yapılandırıldı.
Tarihsel ve söylemsel kırılmalar ve dönüşümlerle ardında koskoca bir yüzyıl bırakan bu büyük anlatı, ilk attı. Yüz yıl durmadan koştu ve bitiş çizgisine ulaşamadı.
At her tökezlediğinde yeni bir çabayla diriltilmeye çalışıldı. Uçan uçak, geçen sinek, emekli eski parlamenterlerin iki cümlesi, üniversite öğrencilerinin okul gezilerinin diplomatik temas kisvesinde takdiminden jeo-stratejik, jeo-politik değişimlere kadar her rüzgardan ilhamla ateşlenen ‘tanındık tanınıyoruz, eli kulağında’ anlatıları hiç bitmedi.
Zaman zaman herkesin bu ata binmesi için “daha güçlü bir kamçı” kullanıldı. Kıbrıslıtürklerden affedilemez büyük bir ahlaksızlıkla vatan hainleri, Rumcular, işbirlikçiler, casuslar, düşmanlar icat edildi. Bazıları sistemin dışında itildi, cezalandırıldı, sürüldü, öldürüldü. Bunlar herkesin bildiği, deneyimlediği Gabriel García Márquez’ın Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi kolektif sırlar. 2019’da ise bu ölü at, diğer ölü atlarla kıyaslanmaya başlandı.
İKİNCİ “ÖLÜ AT”
İkinci büyük anlatı, bir Türk tezi ve Kıbrıslıtürk liderliğinin resmi pozisyonu olan iki bölgeli, iki toplumlu federal ortaklık projesi, ilk kez 1977 yılında Birleşmiş Milletler (BM) gündemine resmen girdi. Bu modelin temelini atan süreç, 13 Şubat 1977 tarihli Denktaş–Makarios Doruk Anlaşması ile başladı. Bu anlaşanın temel unsurları şunlardı:
1. Kıbrıs’ta iki toplumlu, iki bölgeli bir federal çözüm temel alınacaktır.
2. Her iki toplumun eşitliği gözetilecektir.
3. Kıbrıs’ın egemenliği tek bir devlet çatısı altında olacak; ancak bu devlet federal yapıda olacaktır.
1979 İkinci Doruk Anlaşması (Denktaş – Kiprianu) ile federal temelli çözüm teyit edildikten sonra, BM Genel Sekreteri’nin “İyi Niyet Misyonu” çerçevesindeki raporlarında federal çözüm önerisi, iki toplumun uzlaşısı temelinde çözüm modeli olarak sunulmaya başlandı.
Böylelikle “ikinci at” tam 48 yıl ara bölgede, Beyrut’ta, Gilon’da, Kopenhag’ta, Bürgenstock’ta, Cenevre’de, Berlin’de, New York’ta hatta Stellenbosch’ta defalarca koştu.
Ardında dünya haritasında çok sayıda ‘gidildi raptiyesi’ bırakan bu büyük anlatı, ikinci attı. Yarım yüzyıl birkaç mola vererek bazen yalandan, bazen de büyük bir inançla koştu ve bitiş çizgisine o da ulaşamadı.
At her tökezlediğinde yeni bir çabayla diriltilmeye çalışıldı. Jeo-stratejik, jeo-politik değişimlerden bankalar krize, bozulan demografik yapıdan, gençlerin göçüne, yok olan özgün kimlik ve kültüre, AB üyeliği imkanından hidrokarbon kaynaklarının keşfine kadar rüzgarlardan ilhamla ateşlenen ‘çözdük çözüyoruz, barışın eli kulağında’ anlatıları da hiç bitmedi. Zaman zaman herkesin bu ata binmesi için de “daha güçlü bir kamçı” kullanıldı. Kıbrıslıtürklerin toplumsal yok oluş riski vurgulanarak toplumsal motivasyonlar harekete geçirildi. Bunların hiçbiri kimsenin bilmediği, deneyimlemediği kolektif sırlar değil. 2017’den itibaren ise bu atın gerçekten ölüp ölmediği konusunda kuşkular baş gösterdi.
ÖLÜ ATLAR VE JOKEYLERİ
İki atın da öldüğünü binicilerden ikisi de kabul etmedi. Biri atının öldüğünü itiraf ederse, diğeri etmeyecek diye her iki jokey de ölü atları daha kuvvetli kamçılamaya devam etti.
Birinci ölü ata kamçı vuran çok. İşin hayret uyandırıcı tarafı, 100 yıl koştuktan sonra ölen ve gömülen bu at mezardan çıkarılarak çok kuvvetli şekilde kamçılanmaya devam ediliyor; jokeyin bazen komik, bazen trajik, genelde trajikomik halleri hep bu yüzden. Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın ölü ata kamçı vuran jokeyi kamçılaması ayrı güncel bir vakıa.
İkinci ölü ata kamçı vuranlar ata acıyor olmalı, dozu düşürdüler; adeta izleyicilere atı kamçıladıkları ve düşük tempolu koşturtmak istedikleri izlenimini vermekle yetiniyorlar. Sonuçta iki at da koşmuyor, çünkü ikisi de öldü.
ÖLÜ AT BİNİCİLİĞİNİN TOPLUMSAL BEDELİ
Siyaset toplumsal dönüşüm ve ilerleme için, zenginlik ve özgürlük için yapılan bir iş değil mi? Eğer öyleyse, ölü atları gömüp siyasete devam edilmesi gerekiyor olmalıydı. Ancak siyaset başka maksatlar için yapılan bir şeyse eğer, ölü at kamçılamak demek ki her neyseler o maksatlara iyi hizmet ediyor.
Toplumda karşılığı kalmamış söylemlerle büyük anlatıların bile isteye sürdürülmesi, sadece toplumsal değişimi, gelişimi, ilerlemeyi, özgürleşmeyi, zenginleşmeyi engellemekle kalmıyor aynı zamanda toplumsal enerjiyi saçma sapan faylarda toplumsal parçalanma, ayrışma ve tükeniş için manipüle eden bir inat. İnattan da öte inkâr.
İki atın da öldüğünü herkes biliyor.
Rasyonel gerekçeler tükenmiş olsa da, iki ata da, kendi kendini tüketmiş olan iki büyük anlatıya hala sağlı sollu duygusal anlamlar yükleniyor. At öldü demek, jokey ve siyaset öldü demekmiş gibi ölü atlar hunharca kamçılanmaya devam ediliyor.
Yazık ediliyor. Bazı şeylerin imkansızlığı kanıtlanmışsa, bir noktada cesur bir kararla bırakmak gerekiyor. Aksi hâlde “ölü atı kamçılamaya” devam ederek sadece zamanı değil, toplumu ve bugünle geleceği de öldürürüz.
Bu yazının bir yarısını doğru bulup ve diğer yarısını yok sayıyorsanız, elinizdeki kamçıyı ölü bir ata vurmaya devam ediyorsunuz. Yapmayın, günahtır; onların ikisi de şimdi cennette…
Eğer hayatın her alanında toplumsal dönüşüm, ilerleme, özgürleşme ve zenginleşme istiyorsanız lütfen kamçılarınızı ölü atlara vurmaktan vazgeçin; kedinize gerçekten koşan yeni bir at ve yeni bir hipodrom bulun.
Kıbrıs sadece bir adadır, ancak sadece ölü olmayan atlara binilirse Kâmran Aziz’in şarkı sözlerindeki soruyla akla düşürdüğü cennetten bir parça olabilir.