Delilik üstüne düşünmek, pek akıllıca gelmeyebilir.
Hatta delilik üstüne düşünmenin bir uzmanlık işi olduğu da söylenebilir. Deliliği tanımlamanın da akıllıca bir çaba olmadığının söylenmesinde sakınca yoktur. Hele hele deliliğin çeşitlerini saptamaya çalışmak, hiç akıllıca gelmeyebilir ilk anda.
Delilikle ücreti mukabili ilgilenmem, üniversite yıllarımda Şizofrengi adıyla yayınlanan bir derginin müptelası olmamla başlar. Yayın politikasını özetleyen slogan şuydu: Bütünüyle kuşkudayız!
Derginin yazı kadrosu, tümüyle delilerden oluşuyordu, tek bir akıllı yoktu. Deli derken, bildiğiniz düz delilerden söz ediyorum; kayıtlı kuyutlu, yatalak deliler yani… Geçimini delilerden sağlayan bir grup psikiyatr, yazmanın bir tedavi olduğu gibi bir düşünceye kapılmıştı o dönemde.
Kendini yazarak ifade etmenin, iyileştirici bir etkisi olduğunu öne sürüyorlardı. Aradan geçen yıllar boyu, her fırsatta bu tezi düşündüm, üzerinde çalıştım. Sonuç olarak anladım ki, aslında söz konusu akım delileri iyileştirmeyi değil, kendini akıllı sananlara deliliği kabul ettirmeye gayret ediyordu gizliden gizliye. Çünkü Şizofrengi’nin okurları akıllılardı, deliler para verip almıyordu nihayetinde. Demek ki hedef kitle deliler değil, kendini akıllı, içeridekileri deli sananlardı!
Google Amca’ya sordum, tüm sayıları internete yüklemişler. Çok memnun kaldım. Vakti zamanında çok çektiğim nakit sıkışıklığı nedeniyle gayet zengin kütüphanemde maalesef yer veremediğim sayıları da download ettim, hem de beleşe.
Nerede aramızdaki o deliler?
Rivayet edilir ki Michel Foucault “Akıl üzerine çalışacak kadar delilik etmiştim, deliliği çalışacak kadar da akıllıydım” demiş bir söyleşisinde. Kıymetli okuyucularımın Michel Foucault beyefendiyi bildiklerinden, Deliliğin Tarihi adlı hacimli ve kıymetli eserini hatmettiklerinden zerre kadar kuşkum yoktur.
Özetle hatırlatmaya çalışmam rica ederim küstahlık olarak şey edilmesin. Zaten bilinmekte olunanlara bu çalışmada gereksiz bir şekilde yer vermekteki maksadım, sadece en sonda söyleyeceklerimin havada kalmasına mani olmaktır.
Söz konusu yazarımız, kıymetli eserinde 1800’lü yıllara kadar deliliğin gündelik yaşamın bir parçası olduğunu, kaçıkların, çılgınların, asfalyası atıkların, sigortası yanıkların, zirzopların, hadsizlerin, oynakların, kontakların sokaklarda ellerini kollarını sallayarak dolaştıklarını anlatır.
Bu arkadaşlarımızın birden “tehlikeli” oldukları keşfedilir ve tımarhanelere kapatılmaya, duvarların arkasına atılmaya başlanırlar.
Foucault’ya göre hapishane, tımarhane ve hatta okul gibi yapıların kurumsallaşması tarihte aynı döneme denk gelir. Bu bir tesadüf değildir. Mesele disiplin ile ilgilidir. Tımarhanenin bu üçlü arasındaki özel yeri toplumun ‘normal’ tanımının dışında kalan bireylerini disiplinize etmeye yönelik olmasıdır. Dönemin normal tanımı genelde beyaz, erkek ve heteroseksüel bireyler üzerinden yapılır.
Rasyonalite, akıl, hesap, bilim ve standardizasyon yükselirken, delilik düşüşe geçti haliyle. Yapısalcı dilbilim ve nur içinde yatsın Ferdinand de Saussure kategorik karşıtlıkların önemini çok iyi izah etmiş bulunmaktalar. Rahmetliden ilhamla diyebiliriz ki, normali tanımlamak için anormal kategorisi yaratıp tanımlamak şarttır. “Şey, kendi dışındaki şeylerin hiçbiri olandır” gibi güzel bir şey etmek arzumu, bu vesileyle yerine getirmiş olmam da gayet manidardır.
Bizim güzel delilerimiz
Hemen hemen her köyün, her şehrin, her mahallenin en az bir meşhur delisi vardı eskiden. Lefkoşa’nınkileri kısmen bilirim.
Hepimiz Sarıkarınca’nın Mehmet’i, hızlı yürüyen Cemal’i, Hurmacı Fatma’yı, Koçancı Hasan dayıyı, Abbas’ın Zehra’sını, Aşık Ayşe’yi, yorganlı Gülsün’ü, Tabur İmam’ın Hasan’ı, Sallak Popaz’ı, İsmet’i biliriz… Bir de Alsancak’ın İzzet’ini… Dikmen’in Ecevit’ini… Lurucina’nın Ramadan Gitsi’sini…
Bizden eskiler daha nicelerini de bilir. Bu büyüklerimizle hep iç içe olduk. Göz göze geldik, selamlaştık, hatır sorduk, yeri geldiğinde arabaya alıp gideceği yere bıraktık, bir tel sigarayı paylaştık, zaman zaman cep harçlığımızı bölüştük, tilt oldukları meseleleri kasten deşip küfürlerini yedik…
Delilerimizden neden tiksinmiyoruz?
Avrupa’da 1800’lü yıllarda duvarların arkasına atılan ve böylelikle rasyonalite, akıl, hesap, bilim ve standardizasyonun kutsandığı deliliğin bir anormal durum olarak tanımlanmasına karşın 21’inci yüzyılda delilerimizle barışık yaşamamız neyi anlatır?
Modern olamadığımızı mı anlatır?
***
Disiplinize olamadığımızı mı anlatır?
***
Normali neye göre tarif edeceğimizi bilemediğimizi mi gösterir?
***
Aklın tahakkümüne direndiğimizi mi gösterir?
***
Özgünlüğümüzü, global standardizasyon taarruzlarına teslim etmemek için direnmekte olduğumuzu mu gösterir?
***
Bir ideoloji olarak bilim ve tekniğin dayatmacılığına beyaz bayrak çekmediğimizi mi gösterir?
***
Kurumsallaşma halinin, disiplinci dayatmasının keyfe keder yaşama alışkanlığını öldürmesine itiraz ettiğimizi mi gösterir?
***
Neden-sonuç ilişkisi akılcılığının tek biçimciliği yerine, duyguları ve kişisel öykülerin dokunuşlarını dışlamayan sürprizli yaşantılarımızı çok daha insani bulduğumuza mı delalet eder?
***
Gündelik yaşamımızdan delilerimizi dışlamamamız -içimizdeki deliliklerimiz nedeniyle- kendi kendimizi riske atma korkumuzdan mıdır?
***
Hülasa, delilerinden tiksinmeyen ve gündelik yaşamlarından kovup yüksek duvarların arkasına kovalamaktan imtina edenler, deliliği ötekileştirmiyor demektir.
Ne mutlu bize ki, ötekileştirme mekanizmasının, kendimizdeki sevmeyip tiksindiğimiz şeyleri başkalarına yüklemek demek olduğunu biliyoruz!
Kendi düz deliliklerimizi seviyoruz vesselam…