Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Lisa Buttenheim
11 Şubat’ta 6 ayda mutabakata varılan 7 maddelik ortak metni okurken,
KKTC siyasetinde derin çatlakların açılacağı
aklının ucundan dahi
geçmemiştir.
Metinin okunmasını müteakip, kuzey Kıbrıs’ın geleneksek %60 sağ – %40 sol bloklaşmasında taşlar yerinden oynayacak algısı hızla dolaşıma girdi. Özellikle sol cenahın büyük kanadı Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), hükümette de olması hasebiyle adeta paniğe kapıldı.
Dışişleri Bakanı Özdil Nami ve partinin özellikle yeni nesil milletvekilleri ile profesyonelleri, ortak metnin neredeyse imzalanan nihaî antlaşma olduğu değerlendirmesiyle “başarıyı kaptırmamak” maksatlı yoğun bir kampanya başlattı.
KKTC Dışişleri Bakanı 12 Şubat’ta 8 ayrı televizyon kanalına birbiri ardına mülakat vererek ortak metnin ortaya çıkması için yaptığı diplomatik girişimlerin önemini anlattı. İlâve husus, ortak metinde hem tüm paydaşlarla hem de uluslararası aktörlerin tümüyle sıklıkla görüşmeye “tam yetkili” oldukları tarif edilen Denktaş, Talat ve Eroğlu dönemlerindeki süreçlerde aktif rol oynayan Uluslararası Hukuk Doçenti Kudret Özersay’ın yürüttüğü müzakerecilik pozisyonunun, ‘ehemmiyetsiz olduğu’ ile ilgili ısrarlı değerlendirmeleri oldu.
İlk bakışta, hariciye ile cumhurbaşkanlığı arasındaki güç yarışı olduğu izlenimi veren bu taktik inkârın esasta, solun büyük kanadının, yeni müzakere sürecinin dışında kalması halinin, siyasi dengeleri aleyhine şekillendirebileceği tehdidini savma manevrası olduğu kısa zamanda alenileşti.
“40 yıllık şahinden barış güvercini olmaz” ana izleğindeki Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) Doğal Lideri Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun “süreci sonucu evetli bir referanduma taşımayacağı” eksenli müzakereci üzerinden başlatılan taktik inkâr, geleneksel çözümcü solun tetikte olup “nefesini çözüm karşıtı cumhurbaşkanının ensesinde hissettirmesi” gerektiği dillendirilmesiyle taçlandırıldı.
Müzakereciyi “emir eri”ne indirgeme adımıyla başlayıp, üzerine sağ-sol kamplaşmasını ekleyen, solu “doğuştan çözüm için her plana otomatik olarak evet diyen” ideolojik bir saf duruşa indirgeyen izlek, “siyasi iradenin müzakere masasında yer alması” talebine kendince işe yarar bir meşruiyet zemini tesis etti.
Bu zeminin amentüsü CTP-BG/DP-UG koalisyon hükümetini Kıbrıslıtürkler’in siyasi iradesinin tek ve meşru tezahürü olarak kabul ediyor olması. Seçmenin %69.61’inin katıldığı 28 Temmuz 2013 erken genel seçimlerinde CTP-BG seçmenin %38.38’inin, DP-UG ise %23.16’sının desteğini alarak %61.54 bir destekle 50 koltuklu mecliste 33 sandalye kazanmıştı. %76.37 katılımın gerçekleştiği 2010’de Ulusal Birlik Partisi (UBP) adayı Derviş Eroğlu %50.38 ile cumhurbaşkanı seçilmişti.
Dışişleri Bakanı Özdil Nami’nin müzakere heyetinde yer alma arzusunun Başbakan Özkan Yorgancıoğlu vesilesiyle cumhurbaşkanına iletilmesine “O’nun muhatabu Rum dışişleri bakanıdır, onunla görüşsün” cevabını aldığını açıklamasının hemen ardından, hükümetin müzakerelerde aktif bir şekilde yer alma konusundaki ısrarlı talebi, bizzat hükümetin büyük ortağı olduğu aşikâr olan “hükümete yakın kaynaklar” tarafından medyada işlenmeye başladı.
Global enerji politikalarının Kıbrıs’taki izdüşümü,
iç politikada
verimli bir malzemeye dönüşecek
Belli ki bu mesele ilerleyen günlerde daha da yükselerek bir hükümet krizi ile müzakerelerin meşruiyeti geriliminde ilerleyecek, böylelikle global enerji politikalarının Akdeniz’deki silik izdüşümü ile 24 Nisan 2004’teki Annan Planı referandumundan sonra yaşanan büyük hayal kırıklığının ardından tam 10 yıl sonra yeniden hareketlenen müzakereler iç politikada da verimli bir malzemeye dönüşecek.
Belli ki bu verimli malzeme, yıllar içinde Kıbrıs sorununun çözümü ile çözümsüzlüğü ekseninde yapılanan Kıbrıslıtürk siyasal yaşamında, 10 yıllık hayal kırıklığı uykusu esnasında akmaya devam eden gündelik hayatta biriktirilen yeni okuma ve anlama biçimleriyle hemhal olarak, siyasetin zeminini yeniden tesis edecek.
Yeni zemine geçiş süreci, son 2 yıldır Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun “AKP iktidarına direnen, boyun eğmeyen tek siyasal aktör” olduğunu dillendiren Kıbrıslıtürk sağı kadar, çözümü kendi tekelinde görüp varlık nedenini bu iddia üzerine kuran Kıbrıslıtürk solunu da sarsacak.
AKP VE “BESLEME KRİZİ”
28 Ocak 2011’deki Toplumsal Varoluş Mitingi, 1974 sonrasında Kıbrıslıtürk siyasal tarihinin sağ ve solu ortak paydada en geniş şekilde buluşturan toplumsal eylem olarak tarihe geçti. Türkiye’nin hazırladığı ekonomik işbirliği protokolünün uygulanmasına karşı çakan Sendikal Platformun düzenlediği mitinge, başta eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın eşi Aydın Denktaş ve önemli sağ politik sembol isimler de katılmıştı.
Annan Planı döneminde, Türkiye’de il il sürdürdüğü “hayır” kampanyası nedeniyle babası Rauf Raif Denktaş AKP iktidarı tarafından gözden çıkarılan Demokrat Parti (DP) Genel Başkanı Serdar Denktaş da o günlerde bayrağı devralarak Türkiye Büyükelçiliği karşısında kurduğu çadırda “Tek hedefimiz evimize sahip çıkmak” başlıklı bir imza kampanyası başlatmıştı.
Devlet televizyonu BRT’nin mitingi naklen yayınlaması, o dönemki BRT müdürünün Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun çok yakın çalışma arkadaşı olması AKP iktidarı tarafından “mitinge Eroğlu aktif destek verdi” şeklinde yorumlanmıştı.
Türkiye Başbakanı Erdoğan’a yönelik “Kimsin be sen?” ve “İşgalci TC Devleti defol” pankartları taşınırken, “Talimatla Yönetilmeye HAYIR!”, “AKP elini yakamızdan çek!”, “Artık yeter!”, “Kendi kendimizi yönetmek istiyoruz!”, “Biz Kıbrıslı Türkleriz sen kimsin?”, “AKP elini yakamızdan çek!”, “Ne rehin, ne yama” sloganları atılmıştı.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mitinge ilişkin yaptığı değerlendirme yeni bir krize, “besleme krizine” neden olmuştu: “Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır. Biz destekliyoruz. Bunun karşılığı olması gerekmiyor mu? Yönetimin duyarsızlığı var”.
Türkiye’den KKTC’ye yapılacak ekonomik yardımların koordinasyonu konusunda Temmuz 2009’da müsteşar seviyesinde atanan ve doğrudan KKTC’den Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’e bağlı çalışan Akça ile ilgili tartışmalar, Haziran 2010’da KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nu makamında ziyaretiyle başlamıştı.
Akça’nın KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nu
makamını ziyaret ettiği sırada,
“Artık Kıbrıs Türkü’nün cezalandırılması gerek.
Bunun için iktidar partisi UBP’ye talimat vererek bu operasyonu başlatmalısınız”
ifadesi gazetelerde yer almış,
mali yardımları yönlendiren ve bu konuda
tek yetkili olan Akça’nın bu sözleri
gerilimi tetikleyici bir etki yaratmıştı.
Aynı dönemde Akça’nın Fortune dergisine verdiği röportaj, bir kez daha şimşekleri üzerine çekmesine neden olmuştu:
“Besleme” polemiğinin ardından merkeze çekilen büyükelçi Kaya Türkmen’in yerine, Yardım Heyeti Başkanı olduğu dönemde Kıbrıslıtürkler ile ilgili değerlendirmeleri kamuoyunda ateşli tartışmalara neden olan, muhalefetin atanması durumunda güven mektubunun Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmemesini istediği Halil İbrahim Akça, resmen atanmıştı. Atama, AKP’nin Kıbrıslıtürkler ile açık bir restleşmesi idi.
AKP, Akça üzerinden başlayan krizin faturasını Eroğlu’na keserek uzun süre ilişkilerini askıya almıştı.
EROĞLU YENİDEN “NORMALLEŞTİ” Mİ?
Yeni müzakere sürecinin başlaması için 6 ay üzerinde çalışılan ortak metin ile ilgili tıkanıklığı bizzat Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun devreye girerek tüm siyasi partilerle Eroğlu nezaretinde 17 Aralık’ta yaptığı görüşmenin ardından “Cumhurbaşkanı Eroğlu KKTC’de ortak bir aklın oluşmuş olduğunu, liderliğini göstermiş oldu” açıklaması ile görünürde nihayete erdi.
Kıbrıslıtürk sağının kontrolünü UBP’nin bölünmesi sürecini yöneterek tartışmasız bir şekilde ele geçiren Eroğlu’nun AKP ile ilişkilerini ortak metin konusundaki yaklaşımıyla ‘normalleştirdiği’ varsayılıyor.
Varılacak nihai uzlaşı metinin referanduma gidişi için Eroğlu’nun onayının mutlak olduğunu ortak metinle kayıt altına alması, siyasal varlığını kurduğu barış anlaşması sürecinden tümüyle dışlandığı okumasını yapan Kıbrıslıtürk solunu çok endişelendiriyor. Eğer müzakere süreci bir referandumu mümkün kılarsa, Kıbrıslıtürkler’in 2004’tekinden çok daha güçlü bir evet deme potansiyeli çok yüksek.
Kıbrıslıtürk solu, müzakere sürecinde masada yer almadan bu gerçekleşirse, Eroğlu’nun “AKP iktidarına direnen, boyun eğmeyen tek siyasal aktör” olduğunu dillendiren Kıbrıslıtürk sağı iddiasını doğrulatacak ve Eroğlu’nun uhdesinde varılacak çözüm, Kıbrıslıtürk solunun varlık nedenini ortadan kaldıracak.
Kıbrıslıtürk solu, o zaman sosyal politikalar da dahil olmak üzere yeni bir sol zihniyet üretmek durumunda kalacak. Kıbrıslıtürk sağı ise Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Raif Denktaş gibi yeni bir Kıbrıslıtürk lider inşa etmiş olacak.
Müzakere süreci referandum olsun ya da olmasın, sadece Kıbrıs’ın tarihini değil, Kıbrıslıtürk siyasetini de radikal bir şekilde değiştirecek. Daha ortak metin okunur okunmaz başlayan bu değişimin, muhtemel bir referanduma gidilene kadar Eroğlu’nun Davutoğlu tarafından kamuoyuna duyurulan “ortak aklın temsilcisi lider” olduğu fikrini nasıl yöneteceğiyle çok yakından ilişkili.
Kısa bir süre önce “36 yıllık siyasal yaşamımda daima halkın sesine ve UBP’linin nabzına önem verdim, bugün de aynı anlayışla hareket ediyorum” diyen Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun müzakere sürecinin başlamasının ardında yaptığı ilk “Halka Sesleniş” konuşmasında “birlik, beraberliğimiz bizim en büyük gücümüzdür. Kamplaşmanın, birbirimizi ötekileştirmenin hiçbir yararı yoktur” demesi bu süreci nasıl yöneteceğinin mantığını açık ediyor:
Müzakere sürecinin ana ekseninde Kıbrıslıtürk sağının nabzı, yan unsur olarak ise Kıbrıslıtürk solunun “sağın çözüm karşıtı olduğu” ötekileştirmesinin kadük ilan edilmesi marifetiyle iç siyasetin zeminin yeniden tesisi. Çünkü Eroğlu’nun Mayıs-Haziran 2014’te olabileceğini dillendirdiği referandumun garantisi yok henüz lakin 2015 yılının Nisan ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri, müzakere sürecinden hiçbir hasıla elde edilememesi durumunda bile, çok yakın ve çok somut bir sandık tarihi.