Kıbrıs’taki kimlik tartışmaları, modern zamanlar öncesine kadar gider. Tarihinde diğer coğrafyalar gibi ama belki de onların birçoğundan çok daha sık yönetimi değişen Kıbrıs’ta aidiyet biçimleri, değişen yönetimlere, yönetici ana karalardan gelen, kadük yönetici anakaralara giden nüfus hareketleriyle hep düşünülegelmiştir. Adadan gelip geçen gezginler ve din adamları Kıbrıs yerlisini tarif ededurmuşlardır.

Bugün bildiğimiz ve anladığımız biçimiyle, milli aidiyetler eksenindeki kimlik tartışmaları ise o kadar eskilere gitmez. Çok daha yakın zamanların derdidir. Kapitalist ekonominin gelişimiyle paralel okunan milliyetçiliğin tarihi, dinsel aidiyetlerin yerini milli kimlikle tariflenen aidiyet biçimlerine bırakmasını, ilişkilerin bu milli aidiyetler ekseninde yeniden biçimlenmesini anlatır.

Kapitalizm gibi, aidiyet ilişkilerini oturttuğu kimlik meselesi de, tehlikeli sulardır. Buralarda gezinirken iki uca savurulma riski hep olagelmiştir: Irkçılık ve romantik ütopizm.

Irkçılık ve romantik ütopizmin ilişkisi, siyaset biliminin çok iyi anlattığı gibi, aşırı uçların, aslında birbirine en yakın noktalar olduğu tezini, sıkı bir şekilde destekler.

Kıbrıslı Türklerin kimliği, kültürel bir paradigma içinde konuşulagelmektedir.

Siyasallaşmasının mayasını da kültürel motifler oluşturmaktadır. Siyasallaşma zaman zaman, politik talepler doğrultusunda ortaya çıkarken, yine çok güçlü bir şekilde kültürel motiflerle tahkim edilmektedir. Politikleşme, politik taleplerle tahkim edilip temellenmediğinden, kütürel vurgunun ağırlığı kültürel değerler ve motiflerle örülen Kıbrıslı Türk kimlik tartışmalarını ağır ve kaba gölgesinde tutmaktadır. Bu kaba gölge, zaman zaman coğrafyaya vatan/ortak vatan göndermeleriyle aralanmaktadır, ama bu aralıklar son derece zayıf ve marjinal kalmaktadır.

Bu marjinalite, birleşiklik-barışıklık talebinin zirveye çıktığı Annan Planı günlerinde popülerleşmiş, karşılıksızlık sonrası ise birleşiklik-barışıklık söylemi marazi bir minvale evrilmiş; popülaritesi marjinalleşmeye başlamış, hızla erezyona uğramıştır. O derece ki, ortak vatan-birleşiklik-barışıklık-hemen şimdi söyleminin baş mimarı politik aktörler bile ‘toplumun çok marazi olduğundan’ yakınmışlardır.

‘Kıbrıs’ta Kültür ve Kimlik’ başlığı altında konuşurken, en yakından başlamayı tercih ederim: ‘Biz’ ve ‘bizim taraf’tan. Bizim tarafta kültür, ‘bozulan kültürümüz’ ‘asimile edilmeye çalışılan kültürümüz’ sıfat ve yakınmalarıyla özdeşleşmiş bir kavram haline geldi.

‘Kültürel bozulma’ vurgusu, kimliğin tehdit altında olduğu algısını da beraberinde taşır. Sanki kimlik öz birşeymiş ve bozulma riski olan sabit bir ilişki biçimiymiş gibi düşünüldüğünden böyle hissedilir, böyle algılanır. Oysa ki kimlik, akşamdan sabaha yapılamadığı gibi, genetik olarak da nesilden nesile kromozomlarla taşınmamaktadır.

Kıbrıs’ta kültür ve kimlikleri besleyen kültürel motiflere vurgu yapmaktan vazgeçerek, etnik gerilim ve ayrılık alanları yaratmaktan Kıbrıslıtürk ve Türkiyeli grupların ayrışmasını, gerilmesini ve bir ihtimal çatışmasını dert etmeli miyiz?

Kimlik reflekslerini, aynı coğrafyada yaşamakta olduğumuz insanlarla farkları ve derin eşitsizlikleri gizlemekte ve pekiştirmekte bir tül perde olarak kullanmaktan hemen şimdi vazgeçmeli miyiz?

Bu eşitsizlikleri açığa çıkarıp bozacak politik olgunluğun sorumluluğunu taşıyabilecek kadar güçlü müyüz?

Şimdi izin verirseniz, başka birkaç soru daha sormam gerekiyor:

Kimliğimiz kimliğimiz diye Kıbrıslıtürklük üzerine vurgu yapıp değerlerimize, kültürümüze, tarihimize sahip çıkalımalıyız klişemizi çok yaygın bir şekilde dillendiriyoruz. Çağlayan Parkı’nın adı değişiyor, asimili ediliyoruz diye eylemler yapıyoruz. Bu karşı çıkışta, ‘zaten bizim çocuklarımız orada oynamıyor, o parkı kendi kendileri için yenilediler Kıbrıslıtürke faydası ne’ serzenişlerini, fısıltılarını duydunuz mu? Duyduysanız ‘taşı gediğine koyduk’ diye yüzünüze müstehzi bir ifade yapıştı mı? Yoksa onun yerine utancınızdan yerin dibine battınız mı? Birinci ifade neye, ikinci ifade neye tekabül ediyor? Birbirlerinden ne kadar uzaklar…

Peki, Kıbrıs’taki Türkiyeli göçmenlerden, işçilerden söz edilirken ‘Bırakın Doğancıyı, bizim mahalleye kadar, Köşklüçüftliğe kadar geldiler. Çamaşır yıkamak için odun yakıp kazan kaynatıyorlar, her yere is siniyor’ denilen radyo programını dinlediniz mi? Dinlediyseniz, ‘budur işte, düştüğümüz hallere bakın. Ne güzel söyledi’ diye düşünüp duygularınıza tercüman olunduğundan rahatladınız mı? Yoksa utancınızdan yerin dibine mi battınız?

Hangisi?

400 öğrenci uçaklarla Bursa’ya, İstanbul’a yaz tatili yapıp din eğitimi almak için gitti haberlerini okuduğunuzda, ‘Bunlar kesin Türkiyelilerdir’ deyip ‘neydi yapacakları başka’ mı dediniz yoksa aklınıza yaz tatilinde yaz okullarına, eğitim merkezlerine, müzik ve dans kurslarına gönderdiğiniz çocuklarınız geldi mi? Buralarda çocuklarınızla birlikte niye O TİP çocukların olmadığını düşündünüz mü? Düşündüyseniz, ‘iyi ki yok, benim çocuğumun onlarla ne işi var’ diye rahatladınız mı; yoksa ‘benim çocuğum kültürel ve sanatsal olarak ilerlerken o çocuklar ne yapabiliyor, neler yapamıyor, makas daha da açılıyor’ diye derlendiniz mi?

İzninizle birkaç soru daha sormam gerekiyor:

Bir Kıbrıslıtürkle evli bir Türkiyeli ile aynı ortamda olmuşsunuzdur. Peki bu ortamlarda kendinizi kaç kez Türkiyelilerden söz ederken ‘Keşke hepsi senin gibi olsa’ deme zorunda hissettiniz? Neydi gizlemeye çalıştığınız, sordunuz mu kendinize?

Pikniğe gittiniz mi son zamanlarda? Gittiyseniz van tipi iş araçlarıyla, harnıpların, zeytinlerin, çamların altına halılar serip küçük tüplerde çay demleyip belki de hiç duymadığınız ağlamaklı şarkılar dinleyen insanlardan rahatsız oldunuz mu? Bu durumda ‘mangal da elden gitti piknik de’ diye düşündünüz mü? Kendinizi kaybeden tarafta hissettiniz mi?

Evinize haftada, onbeşte bir temizlikçi kadın geliyor mu? Geliyorsa Türkiyeli-Kıbrıslı meselelerinin konuşulduğu ortamlarda ‘Ben ayırım yapmam, inanmayacaksın yemeğe temizlikçi kadınla beraber oturuyoruz’ diye kendinizi aklamaya çalıştınız mı mesela? Sanki yapılamayacak sıradışı birşeyi yapmış olmanın erdemiyle konuştunuz mu?

Bunlar akla ilk gelen birkaç soru.

Hangimiz yoksulluk gibi bir olgudan yana dertliyiz? Hangimiz yoksulluğun görünümlerinden menkul şeylerden, kendi hayatımızın içinde karşılıklar bulabiliyoruz?

Kimliğin kimsesizliğin, yoksulluk ve yoksunlukla ilişkisi nedir, ilişkisi olabilir mi?

Gündelik hayattaki somut görünümler, kültürün hayatın kimliğin falan ezilip geçtiğine delil olarak okunabilir. Bir tercihtir. Bu tercihi yapmak tercihlerin en kestirmesidir.

Birkaç gündelik replik daha paylaşalım:

Eskiden suç yoktu. Cezaevindeki suçluların çoğu Türkiyeli. Açlık sefillik, tartıcılık terazicilik yoktu, şimdi hepsi Türkiyeli.

Kokuyorlar. Pistirler. Sıcak suları banyoları var da mı yıkanmıyorlar? Pislik ve kokmak genetik özellikleri mi?

Bir soğan iki ekmek bir yoğurtla gün geçiriyorlar. Zekai’de kebap, Mercure’de Sushi yiyecek bütçeleri var da cimrilik mi yapıyorlar?

Sürekli kabak çekirdeği çitleyip parklardaki bankların etrafını leş gibi yapıyorlar. Dereboyunda Gloria Jeans’de ailecek French Press Cofee içip, cheese cake yiyecek bütçeleri var da gatsotluk mu yapıyorlar?

Bu eşitsizlikleri açığa çıkarıp bozacak politik olgunluğun sorumluluğunu taşıyabilecek kadar güçlü müyüz?

Hemen şimdi ırkçılık ve kapitalizm ilişkisi üzerine düşünmeliyiz.

Ucuz işgücü ile vahşi kapitalizmin yapışık ikizliği ve bu ilişkinin politik görünümü üzerine düşünmeliyiz.

Ne kültür, ne kimlik donuk durumlardır. Her ikisi de ilişkisel olarak kurulur, dönüşür.

İlişkimiz ne, dönüştüğümüz yön ne, durup bakmalıyız.

Bakınca ne gördüğümüzü ben bilemem. Ancak beraber, her beraber bilebiliriz. Kimliğimizi de bilebildikçe kurabiliriz.

Irkçılık, bir kavram ve kültürel/politik bir pozisyon olarak hepimize çok uzak değil mi?

Son bir soru:

Hiç bunları kendimize dert etmeye değer mi?

(28 Ağustos, 2008)