Lise yıllarının teneffüslerinde top-mop-hop yerine vatan-millet-Sakarya konuşan, diplomat olmak hayalleri kuran, kravatı, ceketi, arması rozeti bir tamam güzel bir gurubuz. O zaman rahmetli Denktaş bir kült. Kıbrıs sorunu çok mühim. Haklarımız, hukukumuz, 21 Aralık törenlerimiz, gözyaşı damlayan şiirlerimiz falan tam tekmil.

İşin eğlenceli yanı, ortaokuldan itibaren “entegre fen sınıfı”yız. Bugün oldu,“entegre sınıf” nasıl olunuyor hala çözebilmiş değilim. Büyük ihtimal o yıllarda hiçbirimiz de çözememiştik.

40 kusur kişilik sınıftan çıka çıka 1 biyolog, 1 matematikçi çıktı, geriye kalanlar silme sosyalci oldu vesselam. Sistem baştan yanlış kurulmuştu veya biz sistemi idrak edememiştik. Birincisi daha büyük ihtimal diye diye kendi kendimi teselli etmekteyim.

1990’ların başındayız. İzmir’deyiz. Bendeniz Vatan-Millet-Sakarya bebesi kıvamında. Baba nasihatini almışım, “gomonistlere” karışmamalıyım. Aynı liseden, aynı sınıftan 7 arkadaş İzmir’deyiz. Dördümüz Ege, üçümüz 9 Eylül öğrencisiyiz.

Biribiri pampam!
İzmir’e ilk gidiş. Dikmen’den,Allah rahmet eylesin,“Alerim pampam, birbiri pampam” nidası hala kulaklarımda çınlayan Göral abimizin sevgili eşi Şaziye ablamın bir hısımının ev adresi var elimizde babamla. Gece geç saat iniyoruz, Basmane’de bir daha bulamadığım bir otelde sabahlıyoruz.

Sabahın ilk ışıklarıyla, köylümüzün verdiği adrese gidiyoruz. Yaşlıca, pos bıyıklı, irice göbekli, pantolonunu geniş askıların yüklendiği babacan amcayla balkona oturup çay içiyoruz.

Mektep Bornova’da. Soruyoruz Bornova’yı; “Oralarda yaşanmaz, bağ bahçe her taraf” diyor, yıkılıyorum.  Babamla birbirimize bir şey demeden, derin endişelerle Bornova yolunu tutuyoruz. “Bağ bahçe Bornova” en az 30 yıllık nostalji. Belli ki amcamız gitmeyeli hemen hemen yarım asır olmuş.

Aynı gün iki odalı bir ev tutulmuş,acar bir şilte, hepsi doşan bir baza, küçük bir ocak, bir masa, dört sandalye alınıyor, babam uçup geri dönüyor. Ne olur ne olmaz erkenden gitmişiz. Birkaç hafta cebimde ses kayıt cihazı, boynumda Yashica fotoğraf makinesi ile Bornova’da yirolayıp duruyorum. Gazeteci olacağım ya, cihazlar hazırda!

Küçük Park’taki ayakkabı boyacısı çocuklar, bakkal amca, üst kattaki alkolik abinin çilekeş eşi, sokak başındaki sivil polis olduğundan şüphelendiğim kokoreççi abi, terzi kardeşler, karşı köşedeki jetonlu telefon kulübesi, adı Elit olduğundan uzun süre poğaça almaya cesaret edemediğim pastane, Papaz Eriği, kadınbudu köfte ve püresi enfes Sevim Lokantası…

Bezgin Bekir!
Ege İletişim’in üçüncü katı, koridor upuzun, ben yapayalnız. Panolara bakıp şifreleri çözmeye çalışıyorum. Kısa boylu, tepesi açık, bıyıklı bir amca yaklaşıyor, “Dersler ne zaman başlıyor” diye soruyor. Yaşı çok müsait değil lakin iki adım arkasında duran kumral, iri gözlü, sakin bir akranım var. Şaşkınlığımdan anlıyor “bizim oğlan yeni başlıyor da” diye ekliyor. Cevap: Ben da bilmem! İki adım gerideki sakin akranım çok iyi bir dost oluyor. Semih, o yılların gözde karikatür kahramanı Bezgin Bekir’in ete kemiğe bürünen ikizi.Üşengeç, tepkisiz, sakin, dingin bir genç adam. Mersinli, Akdeniz bulaşığı var karakterde ki kafalar hala uygun, o hala dingin, hala sakin, hala neşeli…

Bir alt katta fakültenin haber ajansı ve fotoğraf stüdyoları ile laboratuvarları var. Yıllarca iki parmak İngilizce klavyede gurdislendikten sonra, Türkçe klavye on parmak daktilo işkencesine maruz kalıp, ilk fırsatta indiğimiz alt koridorda hesap makinesi büyüklüğünde ekranı olan Apple bilgisayara çöküyoruz.

Ütülü kumaş pantolon giyen, gömlekleri şube müdürü kıvamında cillop, sert suratlı, az gülen bendeniz fakülte kantinine girdiğim ender zamanlarda “Ankara’dan ağabeyim gelmiş” edalarında karşılanma efektini uzun süre hiç yadırgamadım.

Yazılacak haberler, çekilecek fotoğraflar, basılacak negatifler kantin muhabbetlerinden çok daha cazip geliyordu. Kısa sürede aramıza bir de Çankırı asıllı Ankaralı “ne olacak bu memleketin hali” sorgucusu olan kültür insanı Servet kardeşimin de katılmasıyla, ikinci kattaki uygulama birimlerine el koyan minik bir çeteye dönüştük. Allah rahmet eylesin Soner abi mesai bittiğinde içeride kalmayalım diye anahtar tomarını parmaklıklara sürer “kızlar kimse kalmasın, mesai bitti” diye bağırır, biz kafaları uzatır “Soner abi, kızları üzme son beş dakika” diye ses atardık. Soner abi, 4 yıl boyunca “kızları” hiç üzmedi!

Çıkış o çıkış!
Bir gün 9 Eylül kanadından bir arkadaş dedi ki, “ben biriyle çıkmaya başladım. Gel tanış sen de”. Kız babası edasıyla Konak Meydanı’na saatin altına giderken, havanın bulutlu olmasını dikkate alıp, baston şemsiyemi ihmal etmedim. İzmir’in ani yağmurları karşısında tedbirli olmak lazım gelir. Meydanın ayrılmazı olan üstgeçidin başında duruyorlardı. İkisinin boyu hemen hemen benimkine denkti. Ben yaklaştıkça delikanlının yüzündeki ifade belirginleşiyordu. Hala gözümün önündedir o ifade: Tarifsiz!

Tanıştık tokalaştık, bir birahaneye gittik. Kızarmış patates geldi ortaya. Bir yarısına ketçap döktüler. Ben ketçapsız tarafından alıp ketçaba bandırıp biranın tadını çıkardım.

Ön dünürcülüklerini annemle yaptık, “garasakal damat” krizini yumuşattık. Evlendiler iki evlat sahibi oldular.

Dün akşam aynı numarayı yine yaptım: Meze çağırılan kızarmış patatesin, ketçap sevmeyen damat beyin kendine ayırdığı ketçapsız tarafından alıp, ketçaplı tarafına bandırıp biranın tadını çıkardım.