Cumhuriyet Meclisi Anayasa Komitesi’nin kamuoyunun bilgisine getirilen değişiklik önerileri arasında KKTC Anayasası’nın Geçici 10’uncu Maddesi’nin kaldırılmasının yer almaması üzerine düşünmekte, yer almayışı anlamaya çalışmakta bir takım faydalar olabilir.
Anayasa’nın Geçici 10’uncu Maddesi’nin kaldırılması hususundaki resmi siyasi pozisyon, en güncel haliyle, görevdeki CTP-DP Hükümet Programı’nda yer alıyor.
Geçici 10’uncu madde uzun yıllar, Kıbrıslı Türklerin iradesini ipotek altına aldığı, vesayet rejiminin meşruiyetine kaynaklık ettiği için siyasetin özgürleşmeci/sol/ilerici/demokratikleşmeci cenahının öncelikli gündeminde yer aldı.
Geçici 10’uncu maddenin Anayasa’dan çıkarılması meselesinin sadece öncelik sıralaması değişmiş olsa, ‘siyaseten’ anlaşılabilir, lakin gündemden tümüyle çıkarılması anlaşılır olabilmekten ziyade yeni şeyler ifade ediyor oluşuyla özgürleşmeci / sol / ilerici / demokratikleşmeci cenahın yeni haline dair ‘yeni şeyler’ anlatıyor.
Bu hal, nasıl bir hal?
Bırakınız sol ve ilericiliği, hayattaki duruşunu özgürleşmeci ve demokratikleşmeci saiklerle anlamlandıranlar açısından bu halin tahlili, anlaşılması önemli.
Bu noktada, siyaseti belagatinden ibaret olanların dediklerini es geçerek, icra-î siyasette parlamenter mevkiinde arz-ı endam edenlerin, ‘bildiklerini toplumsal hayatın iyileşmesi için seferber ettikleri’ minvalindeki “aktif siyasette varoluş sebeplerini izahları”nın geçerliliğinin/gerçekliğinin kritiğini tercih ederim.
Tartışmalı hususlarla ilgili kavramsal etiketleme, kamusal tartışma süreçlerinin temel kavramlarını belirleyip dolaşıma sokma ve böylelikle anlamsal bir hegemonya kurma kanaat önderlerinin temel işlevlerinden biridir. Bu vaziyetin, klasik kanaat önderi işlevlerini aşan, entelektüel/aydın kategorileri açısından da spesifik bir kategorik aidiyeti göstermesi, meselenin ideolojik boyutunu görünür kılması açısından ehemmiyet arz eder. Neyin konuşulduğu, neyin konuşulmadığı, neyin hangi açıdan ele alınarak konuşulduğu veya neyin hangi açıdan ele alınarak geriye kalan zaviyelerin konuşturulmadığı sadece bir rastlantı değil, esastır.
Siyasette Kirlenme ve Vesayet
Tufan Erhürman, 2/09/2012 tarihli Gaile’de yayınlanan “Siyasette Kirlenme” yazısında şöyle der:
“Kıbrıs’ın Kuzeyinde Siyaset Anlayışını Şekillendiren Özgün Neden: Vesayet
Buraya kadar anlatılanlar, 20. yüzyılın ikinci yarısında ve 21. yüzyılın başlarında demokrasinin yaşadığı krizle de ilgilidir. Bununla birlikte, demokrasinin ve siyasetin Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığı krizin özgün sebepleri olduğunu not etmek gerekir. Bunların başında vesayet olgusu gelmektedir. KKTC yurttaşlarının çok büyük çoğunluğu, “kim seçilirse seçilsin Ankara’nın dediği olur” cümlesini âdeta Kıbrıs Türk siyasi hayatının amentüsü olarak kabul etmiş durumdadır. Bunun doğal sonucu, seçilenlerin aslında herhangi bir şeyin değiştirilmesine kadir olmadıklarının düşünülmesidir. Bu şartlarda, birilerini “ortak iyi”nin gerçekleştirilmesi için seçtiğini sanmak bir tür “saflık”tır ve elbette Kıbrıslı Türkler o kadar “saf” değildirler. Seçilenler, aslında yönetenler olmayacaklarına göre, seçilmeyi istemelerinin tek sebebi bir statüye ya da çıkar elde etme/dağıtma olanağına sahip olmaktır. O hâlde seçenler de, ülkeyi ortak iyiye ulaştırmak için yönetecek olanları değil, kendilerine çıkar sağlayacak olanları seçeceklerdir”.
Vesayet kavramı, TC-KKTC ilişki biçimini tarif, tek taraflı mutlak bağımlılık, yapısal tabilik durumunu izah eder. Özker Özgür’ün Kıbrıslı Türk siyasetinin hal-i pür mecalini izah ettiği “davul bizim boynumuzda, tokmak başkasının elinde” cümlesi belleklerde yer etmiştir.
TC-KKTC ilişkisinin “işgal” kavramı yerine “vesayet” kavramıyla tanımlanarak konuşulmaya başlanması, bir yanıyla daha sahici, böylece daha açıklayıcı ve verili durumun değişimi açısından rasyonel bir kavramsal zemin ortaya çıkarması hasebiyle mühimdir, bir yanıyla da marjinal okuma biçimlerinden daha yaygın kabul görebilecek bir anlamsal çerçeveye doğru geçiştir.
İşgal kavramının şiddet ve silahlı zora dayalı rıza dışı ilişki biçimine yaptığı göndermeye karşın, vesayet kavramının abartılı koruyuculuk/kolaycılık/himayecilik ile çıkar temelli rıza üretimine dayalı ilişki biçimine yaptığı gönderme, durumun vaziyetini değiştirmek için kullanılacak söylemsel/eylemsel çerçeveyi de farklılaştırma imkânını vaat eder. Peki bu imkân, vesayet ilişkisinin dönüşümünü mümkün kılabilmiş midir? Bir diğer ifadeyle değişim yönünde ilerici/demokratikleştirici/özgürleşmeci bir açılımın yeni hareket noktası mı olmuştur yoksa verili ilişki biçiminin işgalden vesayet kavramına kayan yeni tarifi ile bu vaziyet, meşruiyeti sürdürülebilir/daha soft/kabulü ve hazmı daha kolay bir hale mi getirilmiştir?
Vesayet kavramının değişimci potansiyeli kadar muhafazakâr potansiyeli de vardır ve kamusal tartışma ve fikir ikliminde hangisinin baskın/başat hale geleceği, makul bir zaman ve zemine ihtiyaç duyar.
Makul zaman Anayasa değişikliği tartışmaları, makul zemin ise Geçici 10’uncu Madde’nin anayasadan çıkarılması, geçiciliğinin hitama erdirilmesi olabilirdi.
Bu zaman ve zeminde vesayet kavramını vaziyeti anlama çerçevesi olarak kullanan, hatta bizatihi kamusal dolaşıma sokup popülerleştiren kamusal aktörlerin ‘duruşu’, kavramın değişimci/muhafazakâr potansiyelinden hangisinin işlevsellik kazandığını anlama gayretleri açısından önemlidir.
Lokmacı barikatının açılması, hilkat garibesi Lokmacı Köprüsü’nün kaldırılması tartışmalarını hatırlarsak, TC Genelkurmay Başkanlığı ile dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat arasındaki polemiğin omurgasını Geçici 10. Madde teşkil etmekteydi.
Türk tarafı kendi tarafındaki duvarı yıkmış, Rum tarafı kendi barikatını yıkmayı reddedince de 2005 yılında buraya köprü yaptırmıştı.
Ancak Kıbrıslı Rum hükümeti, altında Türk askerlerin devriye gezdiği gerekçesiyle kullanılmasını reddedince Lokmacı, yeni bir geçiş kapısına dönüşememiş dünyada eşi olmayan bir köprü öylece kala kalmıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, 2006 yılının son günlerinde ‘Rum yönetimine uluslararası planda koz vermemek amacıyla’ üst geçidin yıkılacağını duyurmuş, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu’nun itirazları üzerine sorunu Ankara’ya taşımıştı.
Genelkurmay Başkanlığı’ndaki görüşmede Lokmacı konusunu konuşmadıklarını söyleyen Talat, “Hem bir nezaket ziyareti hem genel bir görüşme çerçevesinde görüştük, ama esas siyasi değerlendirmeyi Dışişleri’nde yaptık” demişti. Hem Ankara hem de KKTC’ye dönüşünde yaptığı açıklamalarda, Lokmacı geçidi konusunda bazı farklı görüşler olmasına rağmen Türkiye ile resmi görüşlerinin aynı olduğunu söyleyen Talat’ın sözleri, Genelkurmay’ı ikna ettiği şeklinde yorumlanmasının ardından, Genelkurmay Talat’ı yalanlamıştı.
5 Ocak 2007 tarihli Genelkurmay açıklamasında, Genelkurmay Başkanlığı, askeri yasak bölge konumunda bulunan ve KKTC Anayasası’nın Geçici 10. Maddesi gereği Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) kontrolünde olan Lokmacı Kapısı’na ilişkin Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşlerinin daha önce hükümet yetkililerine iletildiğini duyurmuştu. Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi web sitesinde yer alan açıklamada, Ocak 2007 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile beraber Genelkurmay Başkanlığını ziyaret ettiğini belirtmiş, ziyaret sonrası, basın ve yayın organlarında, KKTC’de halen kapalı bulunan Lokmacı Kapısı ile ilgili haber ve yorumlar yer aldığı hatırlatılmış, askeri yasak bölge konumunda bulunan ve KKTC Anayasasının geçici 10. Maddesi gereği Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolünde olan Lokmacı Kapısı’na ilişkin Genelkurmay Başkanlığı görüşlerinin, daha önce, talepleri üzerine hükümet yetkililerine iletildiği duyuruşmuştu. Hükümet yetkililerine iletilen bu görüşlerin, Talat’ın Genelkurmay Başkanlığı ziyareti sırasında da kendisine ayrıntılı olarak açıklandığı belirtilen açıklamada, “Bugünkü basın ve yayın organlarında konuya ilişkin yer alan haberler basına yanlış yansımış veya yansıtılmıştır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur” denilmişti.
Yalanlanmasının ardından Talat, Ankara’da Genelkurmay’la görüşmesi sonrası “sorumlu” davrandığını, dünyaya ve Rum yönetimine “Türkiye ve Kıbrıs Türk kurumları arasında fikir ayrılığı var” yönünde mesaj vermek istemediğini, bu nedenle de “Bu konuyu görüşmedik” dediğini söylemişti. Genelkurmay’ın kendini yalanlayan açıklaması sonrasında “üzüldüğünü” belirten Talat, “Ben yine de sorumlu davrandığıma inanıyorum” demişti.
Lokmacı tartışması sonrasında Rum yönetiminin kendini aşağıladığını belirten Talat, 10 Ocak 2007 tarihli Yeni Düzen Gazetesi’ndeki Cenk Mutluyakalı imzalı söyleşisinde konuyla ilgili şu yorumu yapmıştı:
“Oysa bizim tam tersini, Kıbrıslı Türklerin söz sahibi olduğunu göstermemiz gerekirdi”.
Aynı söyleşide “Genelkurmay açıklamasında KKTC Anayasası’ndaki ‘geçici 10’uncu madde’ anımsatıldı ve ‘yetki bizde’ dendi, siz, Anayasa’daki bu maddeyi bilmiyor muydunuz?” sorusuna Talat’ın verdiği cevap şöyle olmuştu:
“Geçici 10’uncu madde, tartışılması, değerlendirilmesi gereken bir husus. Geçici 10’uncu madde ne? Türkiye adaya 1974’de Garanti ve İttifak anlaşmalarına dayanarak müdahale etti. Yani 1974 Barış Harekatı’nın uluslararası hukuki dayanağı garanti ve ittifak anlaşmalarıdır. Genelkurmay’ın açıkladığı geçici 10’uncu madde, KKTC’nin kuruluşlu ile Türk ordusunun adadaki varlığına yasallık kazandırıyor. Ancak bu, Kıbrıs Türk kurumlarına rağmen yetkiyi Silahlı Kuvvetleri’ne vermiyor. Anayasa’nın başka maddelerini, yani egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olduğunu; meclis ve cumhurbaşkanının yetkilerinin tartışılmaz olduğunu da gözden kaçırmayalım. KKTC organlarına rağmen, böyle bir yoruma gidilirse, o zaman yetki çatışması ortaya çıkar”.
“Bu tartışma ile birlikte, geçici 10’uncu maddenin yeniden yorumlanmasını talep edecek misiniz” sorusuna Talat’ın cevabı şöyleydi: “Böyle bir plan yapmış değilim. Ama buna ihtiyaç varsa yapılabilir tabii”.
Talat’ın ihtiyaç varsa varsa yeniden yorumlanabileceğini söylediği “Savunma ve İşbirliği” başlığı altındaki Geçici Madde 10 şöyle:
“Kıbrıs Türk halkının savunması ve iç güvenliği ile milletlerarası durum gerektirdiği sürece bu Anayasanın 117. maddesinde yer alan kurallar yürürlüğe girmez. Anayasa yürürlüğe girdiği tarihte dış ve iç güvenliğin sağlanmasında kullanılan bütün kuvvetlerle, bunlara ilişkin olarak uygulamada olan usul ve hükümlerin ve bu konularda kabul edilmiş ve edilecek işbirliği esaslarının uygulanmasına devam olunur”.
Geçici 10. Madde ile Anayasa’da yer almasına karşın yürürlüğe girmeyen 117. Madde ise “Yurt Savunması ve Silahlı Kuvvetlerin Kuruluşu” başlığını taşıyor. Geçici 10. Madde yürürlükte olduğu sürece yürürlüğe girmeyecek anayasal 5 husus şunlardır:
(1) Yurt savunması, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerince sağlanır.
2) Yurdun güvenliğinin sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından, Cumhuriyet Meclisine karşı Bakanlar Kurulu sorumludur.
(3) Silahlı Kuvvetler Komutanı, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı adına yerine getirir.
(4) Silahlı Kuvvetler Komutanı, Savunma Bakanının önerisi ve Bakanlar Kurulunun kararı izlerine, Cumhurbaşkanınca atanır.
(5) Savunma Bakanlığına bağlı silahlı kuvvetlerin ve bağlı komutanlıkların kuruluşu, görev, yetki ve sorumlulukları yasa ile düzenlenir.
Geçici 10. Madde nedeniyle bu 5 hususla ilgili durum şudur:
(1) Yurt savunması, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerince değil, Türk Silahlı Kuvvetlerince sağlanır.
(2) Yurdun güvenliğinin sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından, Cumhuriyet Meclisine karşı Bakanlar Kurulu değil, Türk Silahlı Kuvvetleri / Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı / Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanlığı sorumludur.
(3) Silahlı Kuvvetler Komutanı, savaşta görevlerini Cumhurbaşkanlığından bağımsız yerine getirir.
(4) Silahlı Kuvvetler Komutanı, KKTC bakan, Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanı tarafından atanamaz.
(5) Silahlı kuvvetler KKTC Savunma Bakanlığı’na bağlı değildir.
CTP Milletvekili Tufan Erhürman 12 Aralık 2013 tarihli Meclis oturumunda, Anayasanın Geçici 10. Maddesinin terminolojik açıdan hatalar içerdiğini söyleyerek, sadece bu nedenle dahi değiştirilmesi gerektiğini belirtmişti. Maddenin ilerdeki işbirliklerinin kabul edilmesine dair ifadeler içerdiğini söyleyen Erhürman, ne olduğu şimdiden bilinemeyecek bir işbirliğinin kabul edilemeyeceğini, bunun dahi maddenin hatalar içerdiğini gösterdiğini kaydetmişti. Türk ordusunun adadaki varlığının dayanağının anayasa değil uluslararası anlaşmalar olan Garanti ve İttifak Anlaşmaları olduğunu ifade eden Erhürman, 10’uncu maddenin değiştirilmesindeki esas fikrin polisin sivile bağlanması olduğunu ifade etmişti. Aynı konuşmasında Kıbrıs sorunu çözülene kadar Türk ordusunun adada kalacağının bir gerçek olduğunu ifade eden Erhürman, geçici 10’uncu madde yerine TC ile bir uluslararası güvenlik işbirliği anlaşması imzalanabileceğini, böylece bu konuların çok daha iyi şekilde düzenlenebileceğini ve o işbirliği anlaşması imzalanana kadar 10’uncu maddenin yürürlükte kalabileceğini söyledi.
CTP Milletvekili Ferdi Sabit Soyer de, UBP Genel Başkanı Hüseyin Özgürgün’ün Anayasanın Geçici 10’uncu maddesinin asla ele alınmaması gerektiği yönündeki konuşmasına atıfta bulunarak, bir takım tabularla sınırlandırmanın doğru olmadığını, milliyetçilik adına 10. maddenin konuşulmak istenmemesine anlam veremediğini, eski metot görüşler ortaya konulduğunu, anayasa değişikliklerinin tıkanmasının esas sebebinin bu mantıkla, eski yargılarla ve tabularla hareket edilmesi olduğunu ifade etmişti.
Erhürman 9 Mayıs 2014 tarihindeki basın toplantısında, Geçici 10. Maddede “iç güvenlik gerektirdiği” sürece ifadesi yer aldığını, buna da Meclis’in karar vereceğini belirterek, Meclis’in polisin sivile bağlanması kararını verebilecek yetkiye sahip olduğunu söyledi. Erhürman, “Geçici 10. Madde yıllardır bir efsane haline geldi” dedi ve polisin sivile bağlanmasının ülkeyi bir anda özlenen sivilleşme ve demokratikleşmeye ulaştırmayacağını ancak bir adım yaklaştıracağını belirtti.
Son dönemde, polisin sivil otoriteye bağlanması eksenine oturan Geçici 10. Madde ile ilgili tartışmalarda, UBP’nin bu meseleye karşı çıkışı Meclis’ten üçte iki çoğunlukla geçmeyen değişiklik maddelerinin referandum dışında kalacağı dikkate alınarak konsensüs gözetilerek konuşulması, siyaseten izahı mümkün bir tercihtir.
Kasım 2013’te Tufan Erhürman’ın hazırladığı Anayasa değişiklik paketinin ilk şeklinin içeriğinden kamuoyunun bilgisi yok ancak kamuoyunun bilgisine getirilen değişiklik paketinde Geçici 10. Madde ile ilgili herhangi bir düzenleme yer almıyor.
Görülebildiği kadarıyla, Tufan Erhürman’ın Geçici 10. Madde ile ilgili “efsane oldu” yorumu, yeni bir bakış açısına dayanmaktadır:
Geçici 10. Madde, sivilleşme ve demokratikleşmenin önünde bir engel değildir.
Meclisin yetkisindedir ve polis sivile bağlansa bile bu,
ülkeyi bir anda özlenen sivilleşme ve demokratikleşmeye ulaştırmaz,
ancak bir adım yaklaştırır.
Hepsi bu!
Dolayısıyla 10. Maddeyi tabulaştırmamak da gerekir,
çok fazla anlam yükleyip
efsaneleştirmemek de
gerekir…
TC Genelkurmay Başkanlığı’nın Talat ile ilgili Lokmacı köprüsü konusundaki yalanlama açıklamasında açık şekilde ifade edildiği gibi “kontrol TC Genelkurmay Başkanlığı’ndadır” değerlendirmesi resmen hala ortadayken kontrolün, egemenliğin kaynağının halk olmadığı bir meclisin, bir mebusluğun karşılığı nedir?
Yanıtını yazının en başlarında da yer verdiğim şu mükerrer alıntıda bulabileceğimizi umuyorum:
“(…) Demokrasinin ve siyasetin Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığı krizin özgün sebepleri olduğunu not etmek gerekir. Bunların başında vesayet olgusu gelmektedir. KKTC yurttaşlarının çok büyük çoğunluğu, “kim seçilirse seçilsin Ankara’nın dediği olur” cümlesini âdeta Kıbrıs Türk siyasi hayatının amentüsü olarak kabul etmiş durumdadır. Bunun doğal sonucu, seçilenlerin aslında herhangi bir şeyin değiştirilmesine kadir olmadıklarının düşünülmesidir. Bu şartlarda, birilerini “ortak iyi”nin gerçekleştirilmesi için seçtiğini sanmak bir tür “saflık”tır ve elbette Kıbrıslı Türkler o kadar “saf” değildirler. Seçilenler, aslında yönetenler olmayacaklarına göre, seçilmeyi istemelerinin tek sebebi bir statüye ya da çıkar elde etme/dağıtma olanağına sahip olmaktır. O hâlde seçenler de, ülkeyi ortak iyiye ulaştırmak için yönetecek olanları değil, kendilerine çıkar sağlayacak olanları seçeceklerdir”.
Vesayet olgusunun, sadece bir algılama sorunu değil bir yaşantı deneyimi olduğunu izaha gerek yok. Lakin Geçici 10. Maddeyi “abartıp efsaneleştirmek”le, “önemsizleştirip sıradanlaştırmak” arasındaki farkın, ya siyaseten kirlenerek vesayet ilişkisini normalleştirip meşrulaştırmak, ya da özgürleşip demokratikleşmek demek olduğunu görmemek “saflık”tır ve Kıbrıslı Türkler o kadar “saf” değildirler, hiç değilse bir kısmı…
Siyasetçilerin seçilmeyi istemelerinin tek sebebinin, bir statüye ya da çıkar elde etme/dağıtma olanağına sahip olma arzusu yerine, vesayet olgusunu ortadan kaldıracak kavramsal açılımlar geliştirmeleri, somut adımlar atmalarının gerekliliği üzerine daha çok düşünülüp daha çok konuşulması gereken bir yerdeyiz.
Vesayet kavramının muhafazakâr potansiyelinin işlevsellik kazanmasının, Anayasa değişiklik tartışmalarında Geçici 10. Madde’nin kaldırılmasının gündeme gelmemesini bir yana bırakın, önemsizleştirilip sıradanlaştırılması özgürleşmeci / sol / ilerici / demokratikleşmeci cenahın yeni haline dair ‘yeni şeyler’ anlatıyor ve bu hal hiç iyi bir hal değil.
Son sözü milletvekili seçilmeden 10 ay önceki yine aynı yazısından bir paragrafla Tufan Erhürman söylesin:
“Madem ki siyasetteki kirlenmenin sebebi siyasetin işlevinin mutasyona uğramasıdır, yapılması gereken, siyaseti asli işleviyle yeniden buluşturmaktır. Bunun yolu da, siyasi partilerin ve hareketlerin, ideolojilerini, ortak iyiye dair ideallerini, ilkelerini ve programlarını bütün açıklığıyla halkın önüne koymaları ve bunlardan saptıkları zaman eleştirilmeyi, hatta daha iyisi öz eleştiri yapmayı önceden kabul etmeleridir”.