Aşırı uçların son noktada birbirleriyle aynılaştığını söyleyen siyaset bilimciler, sanki bu tezi haklı çıkaran örnek olay olsun diye, Denktaş ile Papadopulos’a ödenekli özel görev verdi.

Denktaş Bursa’da, Papadopulos Lefkoşa’da gözyaşlarına boğularak “Annan Planı bizi yok edecek, geçit vermeyin” diye ağlaşırken, birer dava adamı olarak aynı şeyi koruma veya kaybetme telaşında buluşuyordu.

“Papadopulos ile Denktaş’ın aynı şeyleri söyleyeceği aklımıza hiç gelmezdi” demek için, Kıbrıs’ta -her iki yarısında da- aslında tek statüko olduğunu henüz idrak etmemiş olmak gerek.

Birinde hamaset/anavatan-yavruvatan-kalleş dünya rantıyla, diğerinde karalar bağlamış mazlum/umut tacirliğinin rantıyla semiren sahte ikiz kan kardeşi iki statüko: Dünyadan tecrit edilme arzusunu varoluşunu meşrulaştırmanın temel argümanı yapan kuzeydeki statüko ile, karalar bağlamış analara savaş kurbanı evlat fotoğraflarını 40 yıl taşıtarak arsızlığın ceremesini mazlumluğun siyah tül perdesinin arkasına gizlemeye çalışan güneydeki statüko, Annan Planı’na tosladı. Son nefeslerini vermeden son kötülüklerini yapma hırsı ile yaşı geçmiş ağır yaralı arslanlar misali, bu iki sembol kişi, şimdi ağlaşıp duruyor, “herşey elden gidiyor” diye.

 

“Ha ben, ha satatükom”

TBMM kürsüsünde hayır duasına çıkan Denktaş, 9 sefer okuyup hiçbirşey anlamadığını ilan ettiği Annan Planı’nın kabulünün, yavruvatanı anavatandan koparacağını söyledi özetle.

Varoluşunu anavatan-yavruvatan siyasetini aşkınlaştırmaya borçlu olan Denktaş’ın, referandumdan evet çıkması durumunda aslında kendinin ve şahsında temsil ettiği statükonun yok olacağını söylemesinin bundan daha dolaysız bir yolu varsa, o da TBMM kürsüsünden “Kurtarın beni!” diye haykırması idi.

İlk kez dış güçler kefesine Türkiye’yi de koyan Denktaş’ın, “inşallah hayır çıkacak, halkıma güveniyorum” derken, bunu kerhen davet edildiği TBMM’de söylüyor oluşun temel nedeni, konuşacak başka yeri kalmaması.

Kıbrıs’ın kuzeyinin tüm kalelerinin muhalefet tarafından zaptedilmiş olması; tüm meydanlarının ve sokaklarının yine muhalefet tarafından kuşatılmasının dış güçlerin oyunu olduğu konusunda hemfikir olduğu müttefikleri, ne hikmetse bu veda hutbesini izleyici locasında dinledi:

Denktaş’ın kutsal yasına eşlik eden -TBMM izleyici locasındaki oturuş sırasıyla- Bülent Ecevit, Rahşan Ecevit, Devlet Bahçeli ve Recai Kutan’ın gözleri en çok Doğu Perinçek’i aradı büyük ihtimalle.

Dünyanın, Türkiye’nin ve hatta Kıbrıs’ın değiştiğini idrak etmekte güçlük çeken Denktaş, son kozunu oynadı. Bugüne dek alışagelinen, biz evet dersek onlar hayır, onlar hayır derse biz evet der vartayı atlatırız anlayışı, AKEL’in nihai kararının ardından güney Kıbrıs’ın hayır diyeceği neredeyse kesinlik kazanmış olmasına rağmen bu sefer terk edildi.

AKEL’in günahı, kimin boynuna?

AKEL’in “oldu da bitti maşallah” diye bakılan referandumlardan evet çıkmasını imkânsız kılan çıkışı, güney Kıbrıs’tan kuvvetle muhtemel çıkacak ”hayır”ın günahının kimin olduğu dışındaki hemen her açıdan konuşulup tartışıldı.

Sol partiler ve ulusal sorun, Kıbrıs’ın özgün koşulları ve kilisenin Kıbrıslırum kimliği açısından taşıdığı ehemmiyet değerlendirildi. Bir nokta var ki, nedense es geçildi: Kuzey Kıbrıs siyasetinin bu “hayır” da hiç mi payı, hiç mi sorumluluğu yok?

Artık iyice bir P/R alanına dönüşen kuzey Kıbrıs siyasetinde, son seçimler öncesinde “ya AKP ya AKEL” ikilimeni yaşayan CTP, tercihini AKP’den yana yaptı.

“Reel politik bu” denilerek açıklanan tercih, AKEL’in “doğası gereği” Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşma konusunda engelleyici olamayacağı hatta Annan Planı’ndan tam tatmin olmasa bile, çözüm sürecinde baskın olmaya çalışacağı değerlendirmesine dayanıyordu. Madem ki “elde var bir”, “bir de AKP, etti iki” hesabı, bir medya şovuna dönüştürülen CTP Genel Başkanı’nın AKEL Genel Sekreteri’ne sinirlenip toplantıyı terk etmesi ile kamuoyuna da net bir şekilde belletildi.

Elbette geleneksel CTP-AKEL dayanışmasının sadece AKP’ye sadakat işareti vermek gailesi ile bittiğini söylemek insafsızlık olur. Bu kopuştaki, diğer faktörleri de gözden kaçırmamak lazım. Artık komünist olmak, hatta sol olmak oyunun kuralını belirleyen piyasada pek rağbet görmüyordu… AB kapitalisttir orada ne işimiz var demekten, AB üyeliğinin tek savunusucusu olma iddiasına savrulmanın, 1990’larda Kıbrıs’ın AB üyeliğinin çözüm açısından büyük önem taşıdığını ve temel hedef olarak seçilmesi gerektiğini dillendirenleri salon sosyalistleri olarak nitelemenin ardından, renkten renge girerek en “büyük” AB taraftarı kesilmenin serüveni son derece ilginç; ama bu kritik süreçte bunlar edilecek laf mı yani(!).

KKTC ile yetinmek

24 Nisan’da belli ki kuzeyden –içinde kerhen/şimdilik kaydıyla diyen bir grup da dahil olmak üzere- evet, güneyden hayır çıkacak; işte o zaman bıkkınlık veren Kıbrıs sorunumuz yeni bir mecrada devam edecek.

Türkiye ve KKTC’mizde sonuç itibarıyla “elimizden geleni yaptık ama” diyenler çoğunlukta olacak. Kimse elden gelenin fazlasını yapma niyet ve cesaretinde olmayacak; anavatan-yavruvatan söylemi hayrete düşeceğimiz yepyeni simalarca, işin içine bir tutam da “kahpe Rum” katılarak, dillendirilecek kaçınılmaz bir şekilde.

Bu, yandığımız gündür: Kuzeyde görmeye alıştığımız Kıbrıslırumlara daha bir başka bakıp, hele görmediğimiz, tel örgülerin öte yarısındaki Kıbrıslırumlar’ın yüzüne bile bakmaktan fellik fellik kaçacağımız, elde ne varsa bari ona sahip çıkalım diye “düş”ünmeye başlayacağımız gün…  İnsafsız dünya, açın önümüzü diye birer Malkoçoğlu müsvettesi olarak kopyalanıp kopyalanıp çoğalacağımız gün…

Çelişmeden toplum olunamıyorsa gerçekten, “Annan Plansız da başka bir Kıbrıs mümkün” diyebilecek Cervantes’in arkadaşları siyaset sahnesinde boy gösterecek, dinleyecek birini bulabilirlerse…