Gitmek için o kadar neden var ki sayılıp sıra dökülecek, hiç kimsenin mecali yok buna. Kalmak içinse tek neden var utana sıkıla mırıldanılan…

Sınırların belirginlik katsayısının yüksekliğiyle kesin bir ilişkisi var ikide bir depreşen gitme arzusunun. Birileri bunu mesele edip yazmıştır kesin; ama kim?

Her mesele edileni, her yazılanı bilebilmek ne güçmüş. Kim düşünmüş olabilirden mi başlamalı işleri kolaylaştırmak için düşünmeye; yoksa yazılıp çizilenlerin arasına dalıp ince eleyip sık dokumalardan mı?

Mevsim dönmüş, kimin umurunda?

İsviçre’de kara kış, adada bahar… Orası başka, burası başka mevsim yaşıyor ve mevsimler ruh hallerimizi derinden etkiliyor.

Yaz severlerle kış severler, ilkbahar sevicileri ile sonbahar hüzünbazları diye kamplara bölmenin alemi yok insanımızı bu “kritik süreç”te.

Değil mi ki çok kritik bir süreçteyiz? Bu nedenle, mevsim sevciliği tartışmalarını bir başka mevsime ertelemeliyiz.

Tartışmaları ertelediğimiz mevsim çok uzak olmalı; en sonuncu mevsim olmalı belki de; Eylül’de başlayan ve başlangıcı hazin sonlara denk gelen kopuş ve bitiş mevsimine tehir etmeliyiz her şeyi:

Sırtımızdan atacağımız o kadar yük var ki, en doğru mevsim hazin sonların kopuş ve bitiş mevsimi kesinlikle.

Sonrasında her şeyin saklanıp örtündüğü en oynak, en hareketli ve hayret ki en ölü aylar geçidi başlayacak.

Belki o zaman açarız zihnimizin musluğunu, akıtır kurtuluruz her şeyi: Her şey yerli yerinde kalıyor, kontrolden çıkıp sarpa sarmıyor ya o aylarda.

Her şeyi tehir mi etmeliyiz?

Neden sonraya, ne kadar, ne için?

Mevsim seviciliği kurtarabilir mi bizi hayatımızın piyasa ve siyaset işgallerinden… Kim bilir.