Hırıldayan ciğerleri sırtındaki uyuşukluğu karıncalatmış, gözlerini aralamak için harcadığı çaba yetersiz kalınca derin bir iç çekerek kulak kabartmıştı: “Bitti” diyordu fısıldaşan sesler “bugünü çıkarmaz”.
Kolunu kaldırıp hayatta olduğunun işaretini vermek isterken sırtından ter boşalmıştı o sabah. Gidiyordu. Paniğe kapıldı, son kez çırpınmaya bile hali yoktu, günlerdir ölümü beklediği döşeğinde giderayak yaşadığını gösterecek son işareti veremeyecek kadar bitkin oluşuna içerledi, gözleri nemlendi, dudakları kupkuruydu.
Yüksek tavanlı odada gezinenler olduğunu işitiyor, ayak seslerinden ve adımlarının uzunluğundan kim olduklarını çıkarmaya çalışırken halsiz bedeni karanlığın ağırlığında eziliyordu.
“Bu kadar mı hepsi” diye kendi kendine sorarken uyuşan sırtını, aralayamadığı göz kapaklarını, birbirine değdiremediği çatlamış dudaklarını, kesilip yanıbaşına öyle atılmış gibi duran çelimsiz kollarını ısırmak geldi içinden. “Boşu boşuna dolanıp duracaklarına, dedikodu yapacaklarına gelip dokunsalar ya, şu alnımdan damlayan, boynumdan göğsüme süzülen leş kokulu ter pınarlarını kurutsalar ya” diye bağırdı, kimse duymadı. Yapayalnızdı.
Hepsi O’nun yüzündendi. Başına buyruk, sövüşken, hoyrat anası gibi laf dinlemez, anasından beter arsızın tekiydi. Birinci, ikinci, üçünü derken ne kadar zibidi züppe, arsız, açgözlü ve açıkgöz geçinen herif varsa koynuna girmişti. Her biri diğerinden daha bir soysuzdu. Birinciden iki, üçüncüden yarım çocuk peydahlayıp torun diye tutuşturmuştu kollarına. Anaları kadar olsalar şükredecekti ama daha bir yüzsüz, daha bir açgözlü, daha bir merhametsizdiler birbirlerinden. Açıkgözlükte yarışıyor, birbirlerini kötüleyip karalayarak göze girmeye çalıştıkça defalarca “Allah belasını versin” diye bağırdığı kızını gözüne daha bir batırıyorlardı. “Analarının kızı, anneannelerinin torunları, ne olacak!” Dudaklarını oynatmaya çalıştıkça gözleri daha bir sıkı kapanıyor, göz kapaklarını aralamaya çalıştıkça dudaklarındaki çatlaklara bulaşan terin tuzu canını sırtından daha fazla acıtıyordu. Aklından geçirmeye başladıkları yüreğini yakıyor, bağırmak istedikçe hafızası kolundan tutup onu en büyük acısına, geçmişe sürüklüyordu.
Doğduğunda, babası dedesinin adını koymuş, bu adı bu döşeğe düşene kadar sırtında bir yular gibi taşımak zorunda kalmıştı. Dağ eteğindeki bulutları eksik olmaz köyün yokuş yollarında attığı her adım önce sokağın bebelerini, sonra gençlerini, genç geçkinlerini, ihtiyarlarını kaçıran bir bela çanı gibi çınlamıştı.
Üç kuşaktır kurtulamadıkları büyük bir damga vardı sülalesinde: “Hayvan Kafa”nın uğursuz dölüydüler.
Günahları, asırlar devrilse bile silinmeyecek kadar büyüktü. Büyük savaşlar olup bitmiş, her karış toprağa birkaç tane düşecek sayıda insan ölmüş, dağdan süzülüp köyü kenarından yalayıp yalakların yanından süzülerek taşlı ovayı doyurmaya yetecek suyu taşıyan dereyi besleyecek kan oluk oluk akmıştı ama zaman, dedesinin bıraktığı mirastan kurtulmasına yetmemişti.
“Döl denen meret eski nesillerin günahlarını da alır, gider döller. Günah günahı, sevap sevabı çoğaltır durur. Bu kadına kalır mıydım dedemin taktığı yular sırtımda olmasa? Amca kızımdan başka ihtimal bırakmadı döl verecek Hayvan! Sadece ben mi? Amcam, kardeşlerim, amca çocuklarım… Biribirimizi alıp birbirimize vere vere soyumuz da soysuzlaştı. Günah böyle böyle çoğalıp dağın yamacından eksilmeyen bulutların en karasından beter kararttı hayatımı. Günah günahı, soysuzluk soysuzluğu çoğaltır. Düştüğüm hale bak! 37 sene kaçtım. Kendimden, adını sırtımda taşıdığım dedemin mirasından, yokuş dibindeki sülale evinden… Ne oldu? Gelip buldu beni yine.”
Hayvan’ın ipe giderken ‘tövbe, tövbe, tövbe’ diye yakarışını harman yerinde güreşe tutuştuğu delikanlıları kaldırıp kaldırıp yere vurdukça, yenilginin hırsıyla asaplarını bozmak için anlattıklarında öğrenmişti. Mertek kalınlığındaki kıllı kollarına giren çelimsiz zabitleri sürüye sürüye harman yerindeki yağlı ipe kendi giden “Hayvan Kafa”, ‘tövbe, tövbe, tövbe’ diye bağırırken pis pis kahkahalar atıp devam ediyordu ‘tövbe, tövbe, tövbe’…
Adımlar çoğalıp hızlanmış, fısıltılar konuşmaya dönüşmüştü. “Kulaklarım mı açıldı, odadakilerin konuştuklarını duymamdan çekinmeyecekleri kadar umutsuz bir halde miyim artık?”
Aklından geçenler, duydukları, terden döşeğe yapışan sırtının acısı, unuttuğu bacakları ve koca ayakları birbirine karışıyordu. En şirret kızının üçüncü kocadan doğan aklı uçuk, yüzü kaçık, bir ayağını sürüyerek inleyip sallanarak sürekli konuşan küçük torununu tanımaması ne mümkün?
“Vidalyu Mumertos, Mavos Matimar, eşentü millallah. Tövbe töbe be… Eşek eşşek eşşşek, aha da senin cennet” diye söylenip duruyordu yanıbaşında. Ağzı leş gibi kokuyor, tiz sesi kulaklarını tırmalıyordu. Günlerdir hesaplanıp ona söylenen ilk sözlerçileden çıkmasına yetmişti. Sol kolunu kaldırıp uğursuzun biçimsiz lanetli suratını karşı duvara yapıştıracak bir tokat patlatmayı öyle istedi ki, öfkesinden aldığı güç göz kapaklarını aralamasına yetti.
Oda zift karanlığıydı. Tavandaki mertekleri zorlukla seçebiliyor, başını oynatamıyor,torun bozuntusunu göremiyordu. O kadar yastık vardı ki, neredeyse yatmıyor, oturuyordu. Etrafı yavaş yavaş seçmeye başlamıştı. Orta odadan gelen seslere kulak kesildi: Hepsi odadaydı.
Kahkahalarından seçebiliyor, zıkkımlanırken katıla katıla gülüşlerini, bağırıp çağırırken gırtlaklarına yapışan zıkkımları yutmak için ağızlarına artık ne varsa boca ettiklerini duyuyor, masaya vurulan yumrukların zıplattığı çanakların başına düştüğünü hissediyordu. Küçük torun yatağın başucundaydı. Göremiyordu.
O, saçının beyazının örtemeyeceği kadar çok büyük bir günahkârdı!